top of page

ALTERMODERNÄ°TE

Yazarlar: Cengiz Baysoy ve Sinem Özer

12.01.2023

Adsız tasarım.png

Michael Hardt ve Antonio Negri’nin birlikte kaleme aldıkları Ä°mparatorluk, Çokluk ve Ortak Zenginlik kitapları üzerine düÅŸünme ihtiyacından doÄŸan bu yazı, ÅŸimdiye kadar çoktan yapılmış olduÄŸu için, bu kitapları özetleyerek tanıtma amacını taşımıyor. Bunun yerine, bir “Üçleme” olarak anılan bu kitapların ortak meramının hem modernizmin hem de posmodernizmin krizine altermodernite perspektifinden devrimci bir müdahale olduÄŸu düÅŸüncesiyle, ağırlıklı olarak bu fikri serimlemeyi deniyor.[1]

DüÅŸünmek ve fikir üretmek sorunsallaÅŸtırmak demektir, gerek sorular gerekse yanıtlar öncelikle sorunsallaÅŸtırmanın düzleminde kurulur. Bugüne kadar Sol, devrimi “kapitalizmin krizi” içinden düÅŸündü ve sorunsallaÅŸtırdı. Hardt ve Negri ise, bu sorunsallaÅŸtırmayı ters çevirerek, “devrimin krizi nedir?” sorunsalının düzleminde düÅŸünülmesi gerektiÄŸini ileri sürüyor. Bu ters çevirme, devrimci düÅŸünmede önemli bir devrimdir. Bizi antagonizmayı sermayenin krizlerine gömülü ve “anti”ye dayalı bir olumsuzlamaya içkin olan bir olumlama yerine, kurucu gücü olumlamaya içkin olan bir olumsuzlamaya göre düÅŸünmeye yöneltir. Devrim, “devrimin krizi” üzerinden düÅŸünülmelidir. Peki nedir devrimin krizi? Bugünün devrimciliÄŸi “devrimin krizi”ne müdahale demektir, bu yazı da Üçlemeyi “devrimin krizi”ne devrimci bir müdahale olarak okuyor.

Modernite ya da modernlik, modernizmle bir ve aynı ÅŸey deÄŸildir. Modernite bir anti-feodalizm olarak her zaman olumlanır. Bu olumlamayla birlikte modernite aslında daha doÄŸar doÄŸmaz bir iç savaÅŸ düzlemi haline gelmiÅŸtir, modernite kendi doÄŸuÅŸuna içkin bir krizdir. Modernizm ise bu iç savaÅŸta bir karşıdevrimdir ve kapitalizmin egemenlik biçimi olarak doÄŸmuÅŸtur. Devrim, bugüne kadar, modernitenin krizine modernizm eleÅŸtirisiyle deÄŸil modernizmin içinden ve modernizmi olumlayarak yanıt üretmiÅŸtir. Anti-emperyalizm ve anti-faÅŸizm, kapitalizmin egemenlik biçimi olarak modernizmin eleÅŸtirisine dönüÅŸmez. Ekim Devrimi de modernizmin sınırlarında kalmış ve modernitenin eÅŸiÄŸini aÅŸamamıştır. Sovyetlerin çözülüp çökmesinin nedeni budur. Buna karşılık, kapitalizm modernizmin eleÅŸtirisi üzerinden artık postmodernleÅŸmiÅŸtir. Günümüz kapitalizminin düzlemi artık modernizm deÄŸil postmodernizmdir. Bu perspektiften bakıldığında, günümüz devriminin krizi, ister modernizmin krizine isterse kapitalizmin ortaçağını ifade eden postmodernizmin krizine yine modernizm ya da postmodernizm içinden yanıt üretmesidir. Devrimin krizi devrimcileÅŸememesidir. Devrim, modernizmin ve postmodernizmin krizlerine ancak altermodernite düzleminde müdahale ederek devrimcileÅŸebilir.

 

Ä°kili modernlik

Modernite aÅŸkınlığın reddi, egemenliÄŸin yeryüzüne indirilmesi ve içkinliÄŸin kuruluÅŸu anlamına gelir. Moderniteyle birlikte insanlık, kendi hayatının efendisi, tarihin yapıcısı ve göklerin kâÅŸifi olduÄŸunu ilan etti. Ä°nsanlık dünyadaki gücünün farkına vardı. Böylece bu güç iki tarz modernliÄŸi doÄŸurdu. Hardt ve Negri Ä°mparatorluk’ta bu ikileÅŸmeyi ÅŸöyle açıklar: “Birinci tarz modernlik, radikal bir devrimci süreci anlatır. Bu modernlik geçmiÅŸle baÄŸlarını koparır, dünya ve hayata iliÅŸkin yeni paradigmanın içkinliÄŸini ilan eder. Bu modernlik bilgi ve eylemi bilimsel deney olarak geliÅŸtirir, insanlığı ve arzuyu tarihin merkezine yerleÅŸtirerek demokratik bir politikaya yönelimi tanımlar.”[2] Birinci tarz modernlik Rönesans’tır, o da bir krizle birlikte doÄŸmuÅŸtur. Bu kriz “içkin, kurucu ve yaratıcı kuvvetlerle, düzeni yeniden tesis etmeyi amaçlayan aÅŸkın iktidar arasındaki durmak bilmez çatışmadan doÄŸmuÅŸ bir krizdir.”[3] Bu iki tarz modernliÄŸin devrimci kutbu Rönesans’ta, karşıdevrimci kutbu ise Aydınlanma’da cisimleÅŸir. Aydınlanma’nın görevi “biçimsel olarak özgür öznelerden oluÅŸmuÅŸ bir çokluluÄŸu disiplin altına almaya muktedir bir aÅŸkın aygıt kurarak”[4] içkinlik fikrini tahakküm altına almaktı. ModernliÄŸin iki tarzıyla bakıldığında, Spinoza Rönesans’ı, Descartes ise Aydınlanma’yı temsil eder. Ama bu ayrışmanın soybiliminde Sokrates öncesi felsefeye kadar geri gidilebilir.

Nitekim postyapısalcılığın da felsefe tarihine en önemli müdahalesi, Sokrates öncesi felsefeyi öne çıkarmasıdır. Nietzsche, Dionysos felsefesinden yola çıkarak Sokrates öncesi felsefeyi yaÅŸam üzerine bir düÅŸünme olarak tanımlar. Heidegger ise, Sokrates öncesi felsefeyi “phusis” kavramı üzerinden düÅŸünür. Antik Yunancada “phusis” ve Latincede “natura” doÄŸa anlamına gelmekle birlikte bu iki sözcük arasında köklü bir kavramsal farklılık vardır. Heidegger tam da bu farkı öne çıkararak Antik Yunanca metinlerin Latince çevirilerinin hiç de masum olmadığını öne sürer.[5] “Phusis”in Latince karşılığı “natura” bir “obje” olarak doÄŸa anlamına gelir, oysa Yunanca “phusis” bir “oluÅŸ” olarak doÄŸayı iÅŸaret eder. “Phusis” kavramını temel alan bir fenomenoloji, yaÅŸamı oluÅŸ olarak düÅŸünür. Ä°çkinlik felsefesi, en temelde bir güç felsefesi olarak, varlığı tekanlamlığıyla bir yaÅŸam, bir oluÅŸ, sürekli bir “olma” hali olarak görür.

Sokrates gelir ve “olma” halinin sonluluÄŸuna, ”çokluÄŸu”na “natura” adına müdahale eder; ona göre deÄŸiÅŸmez evrensel “iyi”ler vardır. Sokrates’le birlikte felsefe evrensel “iyi” ile deÄŸiÅŸken “doÄŸa” ayrımına dayalı bir ahlak felsefesine dönüÅŸür. Ä°çkinlikten aÅŸkınlığa geçiÅŸteki ilk kırılma Sokrates’tir. Artık felsefe ÅŸiir yoluyla ve ÅŸairlerle deÄŸil, metafizik üzerine bina edilecektir; evrensel “iyi”lerden de öte evrensel “doÄŸru”lara baÄŸlı kategorik bir düÅŸünme biçimi olan metafizik gitgide hâkim hale gelecektir. Kategorik düÅŸünme, her ÅŸeye uygulanabilen “doÄŸru” düÅŸünme düzlemidir. Böylelikle düÅŸünme artık bir yaÅŸam olmaktan çıkıp bir yönteme dönüÅŸür.

MetafiziÄŸin ortaçağı aÅŸkınlığın en üst noktasıdır. AÅŸkınlık felsefesinde varlık “çokanlamlı” mı, “tekanlamlı” mı, yoksa “analojik” midir? YaÅŸam ve doÄŸa üzerine düÅŸünmekten çok uzak olan ortaçaÄŸ felsefesi bu sorularla uÄŸraşıp durmuÅŸtur. Mahir bir doktor olan Duns Scotus gelir ve “varlık tekanlamlıdır” çığlığını atar. Analojiyi ancak tekanlamlılık içinde düÅŸünülebilir hale getirerek, aynı anda hem yaratanı hem de yaratılanı tekanlamlılık düzleminde düÅŸünmenin önünü açar. Daha önemlisi, “farkı” kategorik bir düÅŸünmenin karşıtlığından kurtarır, “buluk” ve “buradalık” olarak tekili kendinde düÅŸünmeyi mümkün kılar. Böylece Duns Scotus sınırı eÅŸiÄŸe çevirmeyi gerçekten baÅŸarır, ama eÅŸiÄŸi aÅŸamaz ve yine analojinin sınırları içinde kalır.

Bu eÅŸiÄŸi aÅŸacak olan filozof Spinoza’dır. Spinoza’ya göre Tanrı doÄŸadır, yaratan doÄŸa ile yaratılan doÄŸa tam olarak bir ve aynı ÅŸeydir. Kurucu güç “beden”dir. Spinoza bizi içkinliÄŸin içine bırakır. Öyle ki felsefe artık evrensellerin deÄŸil, bireyliklerin, bedenlerin, duyguların ve ortak olanın [the common] etik-politik pratiÄŸi olarak karşımıza çıkacaktır. Böyle bir felsefi ortamda doÄŸan Rönesans, yeniden doÄŸuÅŸ anlamına uygun olarak, hem Sokrates öncesi doÄŸaya bir dönüÅŸ, hem Spinoza’nın etik-politiÄŸi, hem de içkinliÄŸin devrimci modernlik olarak doÄŸuÅŸu demektir.

Buna karşıdevrimci bir yanıt olarak Descartes, düÅŸünce ile beden ayrımı yaparak iÅŸin içine ikiliÄŸi yeniden sokar. Bedenden bağımsız saf aklın gücü, beden üzerinde yeni bir aÅŸkın iktidar haline gelir. “Aydınlanma çağı, daha doÄŸrusu burjuva ideolojisi çağı”[6] Descartes’la baÅŸlar. Kant da, buna benzer ama çok daha incelikli bir müdahaleyle, fenomeni “oluÅŸ”tan çıkarmak için, onu sezginin apriori formları olan zaman ve mekânla dondurarak bir objeye, bir nesneye dönüÅŸtürür. Kant’la birlikte aÅŸkınlık, içkinliÄŸi aklın deneyimine içselleÅŸtiren aÅŸkınsal bir özne biçimini alır. Deneyim, saf aklın yaÅŸam üzerindeki aÅŸkınlığının dolayımından ibarettir. Hegel ise aÅŸkınsal özneyi ontolojik düzeyde en üst noktasına taşır. Hegel’in Tin adını verdiÄŸi bu aÅŸkınsal özne artık tarihin dahi öznesidir. Burjuva ideolojisi modernizm, bedenden ve duygulardan bağımsız saf aklın, deneyimin dolayımıyla beden üzerinde kurduÄŸu aÅŸkın hiyerarÅŸi demekse, Hegel modernizmin felsefedeki son büyük temsilcisidir.

ModernliÄŸin iki tarzından yalnızca biri olan, daha önemlisi onun karşıdevrimci kutbunu oluÅŸturan modernizmin siyaset felsefesindeki en önemli temsilcisi ise hiç ÅŸüphesiz Hobbes’dur. Hobbes’la birlikte burjuva aÅŸkın egemenlik anlayışı seküler bir biçim kazanır. Çokluk, sözleÅŸme yoluyla kendi egemenlik hakkını “Bir”e, Krala devretmeli ve bu devirle birlikte “halklaÅŸmalıdır.” Barış ancak böyle kurulabilir. Rönesans’la yeryüzüne, içkinliÄŸe indirilen egemenlik, aklın hiyerarÅŸisi altında ve sözleÅŸme dolayımıyla böylece yeniden aÅŸkınlaşır. Modernizmin seküler düzleminde aÅŸkın Tanrı, önce Hobbes’da sözleÅŸme yoluyla “Bir”e, sonra Hegel’de soyut “devlet”e dönüÅŸür. Nereden bakılırsa bakılsın modernizm, içkinlik üzerinde kurulan hâkimiyetin bir düzeneÄŸi, Rönesans’ın içkinliÄŸini tasfiye eden bir karşıdevrimdir. Kapitalizmin egemenlik biçimi olan ulus devlet, burjuva ideolojisi modernizmin bir ürünü olması bakımından “içkinliÄŸe karşı bir devrim”dir. Ulus devlet, içkinliÄŸin bir gücü olarak emeÄŸin ulusal sınırlar içinde çitlenerek ve ücretli emek altında sınıflaÅŸtırılarak burjuvazinin siyasi mülküne dönüÅŸtürülmesinin bir düzeneÄŸi ve farkların temsil yoluyla üretildiÄŸi bir disiplin toplumudur.

 

Ulus devlet

Ulus devlet, iki modernliÄŸin iç savaşından bir karşıdevrim olarak doÄŸmuÅŸtur. Feodal egemenlikte monarÅŸi Tanrının bedeninin bir parçası, nüfus ise monarkın bedeniydi. Toprak monarkın mülkü, nüfus da monarkın tebaasıydı. Toprak ile nüfusun birliÄŸini, barışı ve düzeni monark temsil ediyordu. Modernizmde ise toprak ile nüfusun bu birliÄŸi, bu barış ve düzen, “ulus” kavramının tinselliÄŸini oluÅŸturur hale gelir. Ulus düzleminde nüfus artık “halk”, tebaa ise artık “vatandaÅŸ”tır. Nüfus kan, dil, toprak ve kültür birliÄŸi içinde ulus ve “halk”tı; vatandaÅŸ ise kendilik etiÄŸinin gereÄŸi olarak deÄŸil ulus kimliÄŸinin gereÄŸi olarak bir bireydi.

Hardt ve Negri’nin de iÅŸaret ettiÄŸi üzere, Foucault’nun “egemenlik paradigmasından yönetimsellik [governmentality] paradigmasına geçiÅŸ” olarak tarif ettiÄŸi geçiÅŸ tam olarak budur.[7] Yönetimsellik, yaÅŸam üzerinde iÅŸleyen, özneleÅŸtirmeye içkin bir iktidar anlayışıdır. Bu iktidar anlayışının cisimleÅŸmesi olarak disiplin toplumu, modernizmin iktidar iÅŸleyiÅŸine karşılık gelir. Fakat Foucault’nun iki tarz modernliÄŸin savaşında tam olarak nereye düÅŸtüÄŸünü görmek istiyorsak onun özneye dair yaklaşımını ayrıca göz önünde bulundurmak zorundayız.

Yönetimsellik ve disiplin toplumu paradigmasıyla özne teorisinin yapısökümüne yol açan Foucault, yaygın kanının aksine, özneyi reddetmez; bilakis yeni bir özne teorisi kurmayı düÅŸünür.[8] Foucault’dan önce özne, aklın ve bilincin aÅŸkınsallığı temelinde kurucu bir güç olarak görülüyordu. Aydınlanma’ya dayanan modernizm, “insan” kavramını bilim ve hümanizm söylemiyle aÅŸkınlaÅŸtırmıştı. Ä°ÅŸte Foucault böyle bir aÅŸkınsal özne ve insanın olmadığını öne sürüp, özne olarak insanın kurucu deÄŸil “kurulan” olduÄŸu bir düzlem tarif ederek önemli bir kırılmaya neden oldu. Althusser’in “tarihin öznesi yoktur” deyiÅŸiyle baÅŸlayıp Foucault’yla devam eden postyapısalcı kırılmanın önemi burada yatar. Foucault ve Althusser’in hümanizm karşıtlığının nedeni tamamen felsefi ve politiktir. Zira bu düzlem bizi kurucu güç, yani “politik olan” üzerine yeniden düÅŸündürtür. Modernizmin gizli yüzü bir kere açığa çıkmıştır. Modernizm hümanist bir toplum deÄŸil, insan ve özne üreten bir disiplin toplumu, karmaşık olduÄŸu kadar yaygın da olan bir egemenlik biçimidir. Bu bakış açısı altyapı-üstyapı ikiliÄŸi etrafındaki bütün tartışmayı bir iktidar ekonomisi analiziyle yerinden eder. Modernizm her ÅŸeyden önce sınıf üretmenin, toplumsal öznelere dayalı bir fark üretiminin iktidar ekonomisidir. Althusser ve Foucault, kapitalizmin yalnızca meta üretimi olmadığını, aynı zamanda, Althusser’e göre ideolojik hegemonya aygıtları, Foucault’ya göre ise dispozitifler yoluyla, özne üretimine içkin bir öznellik üretimi olduÄŸunu gösterir. Althusser ideolojik hegemonya aygıtları analizinde özneleÅŸmeyi hâlâ bilinç üzerinden düÅŸünür, Foucault ise özneleÅŸmeyi doÄŸrudan bedenlerden yola çıkarak ve bedenler yoluyla tarif eder. Althusser ile Foucault arasındaki en önemli fark da budur. Foucault özneleÅŸmeyi beden üzerinden düÅŸünerek, biyopolitikayı modernizm ile kapitalizmin ortak düzlemi olarak sunar. Böylece sınıflar mücadelesi de artık kapitalizmin biyopolitik üretiminin içinden düÅŸünülecektir.

Biyopolitik bir üretim olarak modernizmin en önemli stratejisi temsiller üzerinden “fark” üretimidir. Disiplin toplumunun iÅŸleyiÅŸinde fark üretimi, özne üreten temsil kurumlarında gerçekleÅŸir. Ulus halkı, halk bireyi, devlet vatandaşı temsil eder. Hapishane, hastane, üniversite vb. hepsi temsil kurumlarıdır. Temsiller, özne üreten iktidar dispozitifleridir. Peki bu özne üreten temsillerde iktidar ekonomisi nasıl çalışır? Foucault’nun bize bıraktığı önemli miraslardan biri bu sorudur. Bu soruyla bakıldığında ulus artık verili bir doÄŸal ya da tarihsel temel deÄŸil, modernizmin fark üretiminde stratejik olarak iÅŸleyen bir dispozitif olarak görülecektir. Nitekim Hardt ve Negri de ulusu “hegemonik bir grup, ırk ya da sınıf tarafından temsil yoluyla iç farklılıkların silinmesi” olarak tanımlar.[9] Bu tanıma uygun olarak, Ä°mparatorluÄŸu yeni bir egemenlik biçimi olarak analiz ederken ulusla ve ulus devletle stratejik bir hesaplaÅŸmaya girerler. Bu stratejik bakış açısına göre, ulus devlet feodal düzenin dinamiklerini kırmakla yetinmez, aynı zamanda sermayenin ilksel birikim sürecinde emeÄŸi kırdan kente sürerek ücretli emek altında sınıflaÅŸtırmanın ve emperyalizme karşı çıkarken toplumsal sermaye birikimini oluÅŸturmak adına emeÄŸi iç sömürge haline getirmenin bir düzeneÄŸi olarak iÅŸlev görür. Ulus devlet, bu bakımdan, dünyanın sömürgeleÅŸtirilmesi demek olan emperyalizmin de kurucu gücüdür. Emperyalizm, ulus devlete dayalı kapitalizmin egemenlik biçimidir. Dolayısıyla ulus devletin çözülüÅŸü modernizmin ve emperyalizmin çöküÅŸünü de beraberinde getirmiÅŸtir. Ä°mparatorluk, bu çöküÅŸ sonrası kapitalizmin yeni egemenlik biçimidir. Ulus devlet ve emperyalizm sermayenin modernizmini, Ä°mparatorluk ise sermayenin postmodernizmini ifade eder.

 

GeçiÅŸ belirtileri: postmodernizm

Hardt ve Negri’nin Üçlemede postmodernliÄŸi ısrarla “sadece yeni bir düÅŸünme tarzı deÄŸil, aynı zamanda gerçeÄŸin somut yeniden tanımlanması”[10] olarak ele almaları, yukarıda bahsettiÄŸimiz gibi, modernizmi öncelikle bir iktidar iÅŸleyiÅŸi olarak çözümlemelerinin doÄŸrudan bir sonucudur. Onlar açısından postmodernizm, modernizmin eleÅŸtirisi kadar yeni bir egemenlik biçimi olan Ä°mparatorluÄŸun somut tanımlanmasını da içerir. Kendi deyiÅŸleriyle, postmodernist teorisyenler onları “içine girmekte olduÄŸumuz çaÄŸ deÄŸiÅŸiminin, yani Ä°mparatorluÄŸa geçiÅŸin belirtileri oldukları oranda”[11] ilgilendirir.

Postmodernizm, modernizm eleÅŸtirisi baÄŸlamında anlamlıdır, fakat eleÅŸtirinin gelip dayandığı sınır da budur; öyle görünüyor ki sınır eÅŸiÄŸe çevrilememiÅŸtir. Modernizm eleÅŸtirisi kapitalizm eleÅŸtirisine ya da antagonist bir paradigmaya çevrilmediÄŸi oranda sistem içi kalmıştır. Postmodern egemenlik olarak Ä°mparatorluk, postmodern teorisyenlerin “kutladığı melez ve parçalı öznelliklerin farklılık temelli hiyerarÅŸileri aracılığıyla modern paradigmayı ve yönetim biçimini [çoktan] yerinden etmiÅŸse,”[12] modernizmin eleÅŸtirisinin ötesine geçmemiÅŸ bir postmodernizmin eleÅŸtiri gücünün kendisi de sorgulanır hale gelmeyecek midir? Ä°mparatorluk modern paradigmayı ve yönetim biçimini kendi elleriyle ortadan kaldırırken, yeni egemenlik paradigmasının eleÅŸtirisi postmodern bir egemenliÄŸin eleÅŸtirisi olmak zorundadır. Postmodernizm, modernizmin eleÅŸtirisinin “sınırında” kalarak yeni egemenlik paradigmasının eleÅŸtirisini tamamen ıskalar; daha kötüsü, tam da bu yüzden postmodern egemenliÄŸin elinde kullanışlı bir araç durumuna düÅŸer. Yeni egemenliÄŸin eleÅŸtirisine giriÅŸildiÄŸinde, postmodernizm Ä°mparatorluk paradigmasının felsefesi olarak eleÅŸtirilmekten kaçamaz:

 

Åžirket sermayesi ve dünya piyasası ideolojilerini ele almaya baÅŸladığımızda kesinlikle görülecektir ki, modern egemenliÄŸin ikici yapıları ve özcülüÄŸüne kafa tutmak için farklılık, akışkanlık ve melezlik politikasını savunan postmodernist ve postkolanyalist teorisyenler iktidar stratejileri tarafından tamamen kuÅŸatılmıştır. Ä°ktidar onların saldırdığı kaleyi zaten boÅŸaltmış, arkalarına geçmiÅŸ ve farklılık adına yürüttükleri savaÅŸta onlara destek olmaktadır. … Mesele ÅŸu ki yeni düÅŸman yalnızca eski silahlara karşı dirençli olmakla yetinmiyor, aslında o silahları geliÅŸtiriyor ve tam kapasiteyle kullanıma sokmak için muhtemel rakiplerinin eline veriyor. YaÅŸasın farklılık! Kahrolsun özcü ikicilik![13]

 

Yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı üzere Negri ve Hardt’ın Üçlemesi, aynı zamanda postmodernizmle arasına mesafe koyma ve postmodernizmi eleÅŸtirme amacını taşır. Negri ve Hardt farkı kapan özdeÅŸlik, benzerlik, aynılık, evrensellik, temsil ve kimlik dispozitiflerine karşı “fark” felsefesini ne kadar önemsiyorlarsa, “fark” felsefesinin agonist güzel ruhuna da bir o kadar karşıdırlar. Bu yaklaşım, fark felsefesinin postyapısalcı düzleminde iki ayrı ontolojik paradigmanın varlığını görünür kılması açısından çok önemlidir. Bu paradigmalardan biri agonizm, diÄŸeri ise antagonizmdir. Postyapısalcılık düzlemindeki bir çatallanma olarak, agonizm postmodernizmin, antagonizma ise altermodernitenin kurucu kavramıdır. Agonizm, postmodernizmin farklılık savunusunun iktidar stratejilerince kuÅŸatılmasının açığa vurduÄŸu, fark felsefesi içindeki bir krizin ifadesidir. Negri ve Hardt’ın Üçlemesi, iÅŸte bu agonist postmodernizme altermodernite cephesinden antagonizma temelli devrimci bir müdahaledir. Devrim, fark felsefesini ve politikasını krize sokan agonizme karşı antagonist bir etik-politik pratiktir.

Negri, Çokluk ile Ortak Zenginlik arasında yayımladığı, aslında Üçlemeyi tek bir araÅŸtırma projesi olarak sunduÄŸu Porselen Yapımı kitabında, postmodern düÅŸüncenin haritasını agonizm ile antagonizma arasındaki bu karşıtlığa göre çizer. Postmodern düÅŸüncenin üç felsefi biçiminden biri, “modernliÄŸin ontolojisine karşı felsefi bir tepki olarak ve bütün bir toplumun sermaye tarafından gerçekten kapsandığının [real subsumption] kabul edilmesi olarak postmodernlik”tir.[14] Jean-François Lyortard, Jean Baudrillard, Gianni Vattimo ve Richard Rortry ‘nin çalışmalarında ifade bulan bu yaklaşım, “öznelliÄŸi ticari dolaşıma tekrar sokan, kullanım deÄŸerine her türlü olası referansı yok eden”[15] politik bir düzlemde yer alır. Postmodern felsefenin bu biçimi bir çıkış nosyonu düÅŸünmeyi felsefi olarak baÅŸtan imkânsız hale getirir. Ä°kincisi, “[m]arjinal bir direniÅŸ olarak, bir tür ‘meta fetiÅŸizmi’yle mistik eskatolojinin ayartısı arasında gidip gelen bir sarkaç olarak postmodernlik”tir.[16] Jacques Derrida, Jean-Luc Nancy ve Giorgio Agamben’in temsil ettiÄŸi bu yaklaşımın gidebileceÄŸi yer, ancak Benjamin’in toplumun gerçek kapsanmasının kıyılarındaki bir komünist ütopya fikridir. Son olarak, üçüncüsü, “[y]alnızca içinde bulunduÄŸumuz tarihsel aÅŸamanın deÄŸil, aynı zamanda bu aÅŸamada varolan karşıtlığın da tanınmasını dile getiren eleÅŸtirel postmodernlik”tir.[17] Bu yaklaşım ise Michel Foucault ve Gilles Deleuze’ün düÅŸüncelerinde ifade bulur.

Bu üç felsefi yaklaşımın ortak noktası, “bütün bir toplumun sermaye tarafından gerçekten kapsandığının kabul edilmesi”dir. PostmodernliÄŸi üçe ayıran bu iç bölünmenin ana ekseni açıkça “antagonizm”dir. Nitekim birinci ve ikinci yaklaşımlar arasındaki ikinci ortaklık, kurucu güç olarak antagonizmanın olmayışı, bir çıkış nosyonunun imkânsızlığı ve “gerçek kapsamanın kıyılarındaki bir komünist ütopya”nın sınırlarının ötesine geçilmeyiÅŸidir. Üçüncü felsefi yaklaşım, “eleÅŸtirel postmodernlik” olarak, “varolan karşıtlığı” tanıdığı ölçüde, ilk ikisinden farklı bir yöne sahiptir.

Negri’nin Üçlemenin postmodern düÅŸüncenin manzarasında nerede durduÄŸunu da gösteren bu ifadeleri, Foucault ve Deleuze’ü, kurucu gücün ontolojisine yaslanan “eleÅŸtirel postmodernliÄŸin” adresleri olarak, diÄŸer postmodernist teorisyenlerden ayrı ve ayrıcalıklı bir konuma yerleÅŸtirir. Bu ayrı ve ayrıcalıklı konum, iki düÅŸünürün de toplumun sermaye tarafından gerçek kapsanması karşısında güç düÅŸüncesini ve antagonist konumu elden bırakmamasından kaynaklanır:

 

GeçiÅŸin ilk aÅŸamasında kuÅŸkusuz toplumun sermaye tarafından gerçek kapsanmasına ve bunun politik yapısını oluÅŸturan biyo-iktidara, marjinal direniÅŸler dışında herhangi bir alternatifin olmadığı algısı belirleyici oldu. … Oysa bütün bu okumaların arka planında, direniÅŸ-iktidar iliÅŸkisinin belli bir diyalektik ve paradoksal tekanlamlılığının yeniden üretildiÄŸini görüyoruz. DireniÅŸ biçimlerinin içinde gerçekleÅŸebileceÄŸi tuhaflığı belirleyen her seferinde iktidarın kendisidir. DireniÅŸ kendini (Hegelci gelenekte, özellikle de sol biçiminde olduÄŸu gibi) tarihsel geliÅŸmenin merkezinde deÄŸil, artık marjinal bir boyutta, eÅŸzamanlı ve enlemesine katedici biçimde sunuyorsa da, her ÅŸeye raÄŸmen burada hiçbir güç düÅŸüncesi, hiçbir karşıtlık konumu, hiçbir özgürleÅŸme makamı göremeyiz.[18]

 

Postmodernizmin karşısında ve ötesinde bir konumu ifade eden “altermodernite” kavramı, Üçlemenin Ä°mparatorluk ve Çokluk kitaplarında geçmez, gerek düÅŸüncenin gerekse politikanın manzarasını yeniden düzenleyen bir eksen olarak açıkça ilk kez Ortak Zenginlik kitabında dile getirilir. Åžimdi bu yenilenmiÅŸ bakış açısından, Foucault ve Deleuze’ün altermodernite içinde mi sayıldıkları, yoksa ne kadar “eleÅŸtirel” olursa olsun postmodernliÄŸin içinde mi kaldıkları sorusunun cevabı bir muammadır. Üçlemenin aynı zamanda Foucault ve Deleuze’ün eleÅŸtirisini de içermesi, Foucault ve Deleuze’ün “eleÅŸtirel” de olsa postmodernizm içinde kaldığını düÅŸündürtebilir.[19] Ama asla görmezden gelemeyeceÄŸimiz bir hakikat varsa o da postmodernizmin agonist krizine antagonizma adına ve Foucault eleÅŸtirisiyle ilk müdahale edenin bizzat Deleuze olduÄŸudur.[20] Üçleme, bu gerilimin üzerinde yeterince durmasa da, başından sonuna bu gerilimin farkında olarak yazılmış olduÄŸu hissini verir. Bizce günümüzde postyapısalcılığın politik krizinin altında yatan neden, Foucault ile Deleuze arasındaki bu gerilimdir. Üçleme bu problem üzerinde yeterince durmadığı için Foucault, Negri’nin postmodernizme toplumun sermaye tarafından gerçek kapsanması karşısında “herhangi bir alternatif olmadığı … direniÅŸ-iktidar iliÅŸkisinin belli bir diyalektik ve paradoksal tekanlamlılığının yeniden üretildiÄŸi … hiçbir güç düÅŸüncesi, hiçbir karşıtlık konumu, hiçbir özgürleÅŸme” imkânı barındırmadığı için yönelttiÄŸi eleÅŸtiriden muaf kalmıştır. Ama bu gerilim kaynaklarına doÄŸru izlendiÄŸinde görülüyor ki Foucault postmodernizm, Deleuze ise altermodernite içinde düÅŸünülmelidir. Ä°mparatorluk kitabının “aporia”sı bizce muamma olarak bırakılan bu gerilimden kaynaklanmaktadır.

 

Biyopolitik üretim

Üçlemenin ilk kitabı Ä°mparatorluk, hatırlanacağı üzere, “çaÄŸdaÅŸ, küreselleÅŸmiÅŸ bir dünyada genel bir iktidar teorisi kaleme almayı amaçlıyor” cümlesiyle baÅŸlıyor ve “emperyalizm” kavramının günümüz küresel iktidar yapılarını anlamakta yeterli olmadığından yola çıkarak yeni bir egemenlik biçimi üzerine düÅŸünmeyi öneriyor.

Kitapta kavram olarak Ä°mparatorluk üç temel özelliÄŸiyle ayırt edilir. Birincisi, Ä°mparatorluk Roma Ä°mparatorluÄŸu’nda olduÄŸu gibi monarÅŸi, aristokrasi ve demokrasinin aynı düzlemde iÅŸlediÄŸi karma bir kuruluÅŸtur. Ä°kinci özelliÄŸi bir iktidar merkezinin yokluÄŸudur. Ä°mparatorluÄŸun “Roma”sı yoktur. Üçüncüsü, Ä°mparatorluk, bir “dışarısı”nın olmayışına dayanır ve sınır tanımayan bir yönetimi varsayar.[21] Bu üç özelliÄŸe yazarların sonraki sayfalarda ele alacağı dördüncü bir özellik daha eklemek gerekir: Ä°mparatorluk, toprak temelli deÄŸildir ve toprak temelli bir iktidar merkezi yaratmadığı gibi sabit sınırları ve engelleri de tanımaz. Bu bakımdan imparatorluk, “aÄŸ” tipi bir egemenlik düzeneÄŸidir, daha doÄŸrusu hiyerarÅŸisi bakımından tek bir merkezi olmayan akışlardan oluÅŸan bir aÄŸdır. Bu özelliklerin yanına Ä°mparatorluÄŸun teorileÅŸtirilmesinde temel bir önemi olan ÅŸu iki kavramsal aygıtı da eklemeden geçmeyelim: “kontrol toplumu” ve “biyopolitik” üretim.

Hardt ve Negri Ä°mparatorluk kitabı için ikinci bir açılış cümlesi daha formüle ederler: “Bu kitap karşılıklı olarak birbirlerini ima eden iki kavramın etrafında dönüyor: Ä°mparatorluk ve Çokluk.”[22] Ä°mparatorluk dışarısı olmayan bir küresel düzeni anlatır, çokluk ise Ä°mparatorluÄŸun içinde fakat karşısındaki bir konumda yer alır. Üçleme boyunca Foucault “dışarısı olmayan”ın, Deleuze ise “içinde fakat karşısında olan”ın açıklanmasında öne çıkarılır.

Nitekim yazarlar, dışarısı olmayan böyle bir küresel düzenin kavramsallaÅŸtırılmasında en yüksek payeyi Foucault’ya verirler: “Michel Foucault’nun eserleri birçok bakımdan emperyal yönetimin maddi iÅŸleyiÅŸine iliÅŸkin böyle bir araÅŸtırma için zemin oluÅŸturur.”[23] Merkezsiz, dışarısı olmayan, aÄŸa dayalı bir egemenlik anlayışı, tamamen Foucault’nun iktidar ontolojisinden türetilmiÅŸtir. Ä°ktidarın içkinliÄŸi dışında üretici ve kurucu bir “dışarı”sı yoktur.

Foucault’da iktidar öncelikle özü ve sıfatı olmayan bir iliÅŸkidir. Ä°ktidar, hükmedenler kadar hükmedilenlerden de geçen kuvvet iliÅŸkilerinin bir bütünüdür. Yukarıdan dayatıldığı gibi hükmedilenler tarafından aÅŸağıdan da üretilir. Ä°ktidar ne baskı ne de ideolojiyle iÅŸler; bedenlere yüklendiÄŸi gibi bedenlerden de üretilir; bu bakımdan kurucu ve üretken bir normalleÅŸtirme, bir disiplin pratiÄŸidir. Foucault’nun ısrarla vurguladığı gibi, iktidarın iÅŸleyiÅŸ düzlemi özgürlüktür. ÖzgürlüÄŸün olmadığı yerde ne iktidar ne de direniÅŸ çalışır. Foucault felsefesinin en idealist özü, özgürlüÄŸü apriori önkoÅŸul olarak kabul etmesidir. Bu zeminde devinimin kurucu gücü, hazzın gücü olan iktidardır. Ä°ktidar tam da yalnızca özgür özneler üzerinde uygulanabileceÄŸinden dolayı, onun iÅŸleyiÅŸini öznelliklere dışsal olarak, öznellikleri de ona dışsal olarak düÅŸünmek imkânsız hale gelir. Aynı hususu Hardt ve Negri ÅŸöyle dile getirir: “Foucault, haklı olarak disiplin uygulamasının komuta altına aldığı öznelliklere kesinlikle içkin olduÄŸunda ısrar ediyordu ve bu da analizinin özüydü. BaÅŸka bir deyiÅŸle, disiplin, Hobbes’un sandığı gibi yukardan yapılacakları buyuran bir dış ses deÄŸil; irademizden ayrılması imkânsız öznelliÄŸimize içsel ve ondan ayrı düÅŸünülemez iç zorlama gibi bir ÅŸeydi.”[24]

Foucault’un bu tekanlamlı ontolojik anlayışında bir strateji pratiÄŸi olarak iktidar, içkinlik düzleminin makinesi haline gelir. Diyagram içkinlik düzleminin virtüelliÄŸi, dispozitifler ise edimselliÄŸidir. Bu ontolojik anlayışın uzantısı olan “yönetimsellik”, egemenliÄŸin aÅŸkınlığını ortadan kaldırır. Kontrol toplumu “iktidar” ontolojisinin içkinliÄŸine ve biyopolitik üretimine dayanır. Foucault’nun bu tekanlamlı içkinlik ontolojisi Heideggerci, içkinlikte çalışan kuvvet iliÅŸkileri kavramsallaÅŸtırması ise Nietzscheci bir esinin ürünüdür.[25] Gelgelelim bu sentezde Nietzsche’nin devrimci damarı Heidegger’de gördüÄŸümüz özsüz “diyagramatik” yapının içine kapatılır. Bu diyagramatik “yapı” içinde kuvvetler, agonist kuvvet iliÅŸkileri içinde devinir. Agonizmin postyapısalcı felsefi kökü Heidegger’dir, içkinliÄŸi ise Nietzsche’den gelir. Hardt ve Negri de Foucault’nun düÅŸüncesinin barındırdığı bu riski görüp ona mesafe koyarak ilerler. Foucault’ya raÄŸmen, agonist kuvvet iliÅŸkilerine içkin bir iktidar paradigması olarak “yönetimselliÄŸi” “egemenlik”ten bir kopuÅŸ olarak deÄŸil, onun içindeki bir dönüÅŸüm olarak okumaları, aralarındaki bu mesafenin önemli bir belirtisidir:

 

OrtaçaÄŸ toplumundan modern topluma bu uzun geçiÅŸ döneminde, politik rejimin ilk biçimi daha önce gördüÄŸümüz gibi, aÅŸkınlık temelinde kuruldu. OrtaçaÄŸ toplumu iktidar kademelerinin hiyerarÅŸik ÅŸemasına göre örgütlenmiÅŸti. ModernliÄŸin geliÅŸim sürecinde parçaladığı ÅŸey bu ÅŸemadır. Foucault buna egemenlik paradigmasından yönetsellik paradigmasına geçiÅŸ adını verir; burada, egemenlik toplumsal alan üzerindeki tek komuta noktasının aÅŸkınlığı anlamına, yönetsellik ise toplumda iÅŸleyen genel disiplin ekonomisi anlamına gelir. Biz bunu egemenlik nosyonu içinde bir geçiÅŸ; yeni bir aÅŸkınlık biçimine geçiÅŸ olarak düÅŸünmeyi tercih ediyoruz.[26]

 

Hatta daha da ileri gidip, yalnızca yönetimselliÄŸin deÄŸil, Foucault’nun bütün bir düÅŸüncesinin belli bir yapısalcılıktan mustarip olduÄŸunu dile getirmekten çekinmezler: “Foucault’nun düÅŸüncelerini -toplumun biyo-politik ufkunu çok iyi kavradığı, onu içkin bir alan olarak tanımladığı zaman bile- başından beri araÅŸtırmalarına rehberlik eden yapısalcı epistemolojiden koparmayı baÅŸardığı söylenemez.”[27] Foucault’ya yönelik bu eleÅŸtirilerini daha fazla mevzubahis etmeseler de, Üçlemenin daha Ä°mparatorluk’un başında duyurdukları pozisyonu, Foucault’nun yapısalcılığına yönelttikleri eleÅŸtirinin açıkça devamıdır: “Bize göre, imparatorluÄŸun içinde oluÅŸ gerçeÄŸimiz umutsuzluÄŸa neden olmamalıdır. Ä°mparatorluÄŸun hem içinde hem de karşısında olabiliriz ve aslında en güçlü muhalif hareketler ve en verimli alternatifler, eskinin kabuÄŸu altında yeni bir toplum yaratarak içeriden doÄŸacaktır”[28]

Foucault’nun Heideggerci tekanlamlılık ontolojisini sorunsallaÅŸtıran en ciddi eleÅŸtiri Deleuze’den gelir. Deleuze’ün Foucault’ya CinselliÄŸin Tarihi’nin birinci cildi olan Bilme Ä°stenci’nin yayımlanmasının peÅŸinden yazdığı, sonradan “Arzu ve Haz” baÅŸlığıyla yayımlanmış olan mektup, herkes tarafından bilindiÄŸi halde sır olarak kalmış bir metindir. Mektupta Deleuze ile Foucault arasındaki dostluÄŸun altında gizlenmiÅŸ olan açık bir gerilim vardır. Ä°ki düÅŸünür arasındaki ortada olmasına raÄŸmen görülmek istenmeyen bu farklılık, bizce günümüzde, Deleuze ile Foucault arasındaki politik bir gerilimden de öte, devrimci hareketleri paralize eden politik bir kriz olarak devam ediyor. Bugün devrimi yeniden düÅŸünmenin önemli bir olanağını sunduÄŸuna inandığımız için, iki düÅŸünür arasındaki bu farklılığın üzerinde biraz daha durmak istiyoruz.

Deleuze ve Guattari’nin Anti-Ödipus’u 1972 yılında yayımlanmıştı. Foucault’nun 1976’da yayımladığı Bilme Ä°stenci, Foucault’nun arzu ve buna baÄŸlı olarak “baskı” kavramına mesafesi göz önünde bulundurulduÄŸunda, Anti-Ödipus’a verilmiÅŸ bir yanıttır. Deleuze’ün “Arzu ve Haz” mektubunda Bilme Ä°stenci’ni sorunsallaÅŸtırması tesadüf deÄŸildir. Bu gerilimin içinden bakıldığında, 1980 yılında yayımlanan Bin Yayla da Deleuze’ün Foucault’nun ontolojisine “Arzu ve Haz”da yönelttiÄŸi eleÅŸtirilerin geliÅŸtirilmiÅŸ bir devamı olarak görülebilir. Hatta Deleuze’ün Foucault’nun vefatının ardından yayımladığı Foucault monografisi, daha önce mektupta maddelendirdiÄŸi sorunsal alanlara iliÅŸkin kendi bakış açısını dile getirdiÄŸi pasajlarla birlikte okunduÄŸunda, Deleuze’ün bu monografide Foucault’ya ondan ne söylemesini istiyorsa onu söylettiÄŸine ÅŸahit oluruz; görünen o ki Deleuze Foucault’yla onu doÄŸurtarak barışmak istemiÅŸtir. Deleuze’ün Foucault’yu doÄŸurtabilmek için yaptığı büyük hamle, Foucault’da kurucu güç olan “iktidarın” “direniÅŸ”le iliÅŸkisini geri dönüÅŸü olmayan bir biçimde ters çevirmektir. Ä°ktidar ile direniÅŸ ÅŸimdi yer deÄŸiÅŸtirmiÅŸtir; içkinlik düzleminde kurucu güç artık direniÅŸtir.

Açıkçası Negri ve Hardt’ın Üçlemesi de Deleuze’ün bu hamlesini görmezlikten gelir; daha doÄŸrusu Foucault’yu Deleuze’ün monografide okuduÄŸu gibi okudukları halde, bu okuma sanki bu büyük hamleyi hiç gerektirmemiÅŸ gibi yaparlar. Negri ve Hardt, Foucault’daki krizi eleÅŸtiriyle aÅŸmak yerine, Foucault’nun “kendilik etiÄŸi” anlayışıyla kendisini (bunu “yapısalcılığını” olarak da okuyabiliriz) zaten aÅŸmış olduÄŸunu ifade ederek onu eleÅŸtiriden muaf tutmayı tercih ederler. Oysa Foucault’nun, kendisinin de itiraf ettiÄŸi gibi, Heidegger’den nasıl etkilenmiÅŸ olduÄŸunu göz önüne alırsak,[29] onun bir yaratım olarak öznellik fikrine dayandırdığı kendilik etiÄŸi pratiÄŸi, Heidegger’in “Dasein”ının Nietzscheci bir yorumudur. Foucault’da bireylik toplumsallıkla deÄŸil hâlâ kiÅŸisellikle tanımlanır. Foucault’da ortak olan yoktur.

Foucault’nun hiçbir dışsallığı kabul etmeyen “iktidar” kavramına karşılık olarak, Deleuze “güç” ile “iktidar” kavramlarını birbirinden ayırt etmekle kalmaz, bunları birbirine karşıt olarak da konumlandırır. Foucault’daki iktidar ile direniÅŸ iliÅŸkisini terse çevirme hamlesinin kaynağında da bu karşıtlık yatar: “Ä°ktidar ile güç birbirine karşıttır, çünkü iktidar esasen, bizi kederli duygularla etkileyerek, yani eyleme gücümüzü azaltarak iÅŸleyen bir kurumdur. Kendi iktidarını üzerimizde uygulayabilmek için eyleme gücümüzü azaltmaya ihtiyaç duyar. Tersine, özgürleÅŸmenin güçleri ise bizi neÅŸeli duygularla etkileyen veya etkileyecek olan güçlerdir.”[30]

Deleuze’ün mektubunun “Arzu ve Haz” baÅŸlığını taşıyor olması aslında bir bakıma yanıltıcıdır, zira bu mektup arzu ve haz üzerine düÅŸünen bir metinden de ziyade, Deleuze’ün yukarıdaki ayrımıyla bakılırsa, Nietzscheci kuvvet ile Spinozacı güç kavramları arasındaki ontolojik ve politik farkla meÅŸgul olan bir metindir. Buna baÄŸlı olarak da, Deleuze ile Foucault arasındaki politik ve felsefi farkı açığa çıkaran kurucu bir metindir. Nitekim Deleuze bu mektupta, her ÅŸeyden önce, Foucault’daki iktidar dispozitiflerini belirli bir baskı kavramından ayrı düÅŸünemediÄŸini vurgular. Bu ayrılmazlığın vurgulanmasının asıl önemi ise direniÅŸin statüsünde meydana getirdiÄŸi deÄŸiÅŸiklikte yatar:

 

Michel, Hapishanenin DoÄŸuÅŸu’nda iktidar dispozitiflerinin normalleÅŸtirdiÄŸini ve disipline ettiÄŸini söylüyor. Bense, kodladıklarını ve yeniden yerliyurtlulaÅŸtırdıklarını söylerdim (bana kalırsa burada da bir terminoloji farkından öte bir ÅŸey var). Fakat benim iktidara nazaran arzunun önceliÄŸini vurguladığım ya da iktidar dispozitiflerinin, bana göre, ikincil bir nitelik taşıdığı düÅŸünülürse, bu dispozitiflerin iÅŸlemleri, tam da verili doÄŸal bir ÅŸey olarak arzuyu deÄŸil, arzu asamblajlarının [agencement] uçlarını ezdikleri için, baskıcı bir etkide bulunmayı sürdürür. [31] 

Ä°ktidar dispozitifleri bir ÅŸekilde kurucu ise, onların karşısında direniÅŸ fenomenlerinden baÅŸka bir ÅŸey olamaz ve sorun, bu direniÅŸ fenomenlerinin statüsünde düÄŸümleniyor. [32] 

Benim için direniÅŸ fenomenlerinin statüsü diye bir problem doÄŸmuyor: Kaçış çizgileri birincil belirlenimler olduÄŸundan, toplumsal saha arzu tarafından düzenlendiÄŸinden [agencer] dolayı, hem asıl iktidar dispozitifileri bu arzu asamblajlarının bir ürünüdür, hem de arzu asamblajlarını ezen ve tıkayan da bu iktidar dispozitifleridir. [33]

 

Deleuze ile Foucault arasındaki fark bu pasajlarda açıkça görülüyor. Üstelik daha da ilerlediÄŸimizde anlaşılacağı gibi, bu fark açılarak devam ediyor. Deleuze ile Foucault arasındaki temel ortak nokta hiç ÅŸüphesiz “beden” kavramıdır. Ä°ktidar kavramının bedenle dolaysız iliÅŸkisi fikri Deleuze açısından da çok önemli olmakla birlikte, iki düÅŸünürün bu ortak noktası aynı zamanda aralarındaki derin farklılığın da nedenidir. Foucault iktidar kavramını beden kavramıyla dolaysız iliÅŸkisi içinde düÅŸünür. Oysa Deleuze açısından iktidar, bedene bir organizasyon dayatması bakımından önemlidir. Deleuze “Arzu ve Haz” metninin sonlarına doÄŸru, daha sonra Bin Yayla’da geliÅŸtireceÄŸi iki diyagramdan bahseder: “devlet-iktidar diyagramı” ve “savaÅŸ makinesi-kaçış çizgileri diyagramı.” SavaÅŸ makineleri diyagramı kurucu ve içkin; despotik makine-devlet-iktidar diyagramı ise içkinliÄŸi içselleÅŸtiren aÅŸkındır. SavaÅŸ makinesi “dışarı”, despotik makine ise bu “dışarı”yı içselleÅŸtiren kapma aygıtıdır. Deleuze, Foucault’nun agonist ve tekanlamlı Heideggerci ontolojisinin karşısına, Spinoza, Nietzsche ve Marx’ı bir araya getiren antagonist bir tekanlamlılık ontolojisi koyar.

Hardt ve Negri de Üçlemede Deleuze’ün çizgisinde konumlanmayı tercih ederek, Foucaultcu biyopolitikayı yapısöküme uÄŸratır; savaÅŸ makinesini biyopolitik düzlem, despotik makineyi ise biyoiktidar düzlemi olarak düÅŸünmeye baÅŸlarlar.[34] Böylelikle antagonizma postyapısalcı düzlemde ontolojik olarak yeniden kurulur. Bunda en önemli pay Deleuze’e ait olmasına raÄŸmen, Deleuze içkinlik düzleminin devrimci düzleminde ve virtüelliÄŸinde kalır. BaÅŸka bir deyiÅŸle, devrimli ya da devrimsiz, içkinlik düzleminin kaçış çizgisinde, direniÅŸinde kalır. Deleuze, devrimciliÄŸin virtüelliÄŸine içkin edimsellik olan devrime karşı bir ÅŸekilde mesafelidir. Hardt ve Negri, savaÅŸ makinesinin tekillik ve çoklukla iliÅŸkisi konusunda Deleuze’le hemfikir olsalar da, tekillik ve çokluÄŸun devrimciliÄŸini “ortak olan”la “devrimleÅŸtirme” devrimciliÄŸi konusunda Deleuze’ün zayıf kaldığını ileri sürerler: “Deleuze ve Guattari toplumsal yeniden üretimin (yaratıcı üretim, toplumsal iliÅŸkiler, duygulanımlar, oluÅŸlar, deÄŸerler üretimi) üretkenliÄŸini keÅŸfeder; ama bunu yüzeysel ve belli belirsiz olarak, kavranamaz olayın damgasını taşıyan kaotik ve belirlenimsiz bir ufuk olarak ifade ederler.”[35]

 

Zamanın sermayeleÅŸmesi: mekânsız zaman üretimi

Postmodernizm toplumsal iliÅŸkilerin sermayeleÅŸmesidir. Yeni bir egemenlik ya da yeni bir iktidar teorisini sermayenin postmodernleÅŸme pratiÄŸinin içinden düÅŸünebiliriz. Sermayenin postmodernleÅŸmesinin belirtilerini ise üç ana baÅŸlık altında toplayabiliriz: birincisi, kapitalizmin teknik temelindeki deÄŸiÅŸiklikler ve emeÄŸin bu deÄŸiÅŸikliklere içkin organik ve politik bileÅŸimindeki deÄŸiÅŸim; ikincisi, fabrika mekânının toplumsallaÅŸması; üçüncüsü ise, dünya pazarının dünya ekonomisine dönüÅŸümü.

Marx’ta “zaman” kavramı sermayenin anlaşılması açısından çok temel bir öneme sahiptir. Marx’ı zaman kavramı üzerinden düÅŸünme konusundaki birikim ne yazık ki hâlâ çok yetersizdir. Oysa Kapital açıkça zaman kavramının bir haritasıdır: gerekli emek zaman, artı emek zaman, üretim zamanı, dolaşım zamanı, yeniden üretim zamanı, donmuÅŸ emek zaman ve toplumsal gerekli zaman vb. Sermaye zamanlaÅŸma pratiÄŸidir. Sermayenin deÄŸerlenmesi, zamanın sermayeleÅŸmesi ya da sermayenin zamanlaÅŸması pratiÄŸidir.

Sermaye beden olarak emeÄŸi ücretli emek altında sınıflaÅŸtırma diyagramıdır. Beden olarak emek, üretim mekânı fabrikadaki zamana, üretim zamanına çevrildiÄŸinde sermayeleÅŸir. Beden olarak emek ile zaman olarak emek bir ve aynı ÅŸey deÄŸildir. Zaman, üretim zamanı dışındaki diÄŸer zamanlarla birlikte bedenleÅŸir. Sermayenin modernleÅŸmesi, bir baÅŸka deyiÅŸle disiplin toplumu olarak modernizm, kurumların dispozitifine dayalı bir özne üretimiydi. Beden, kurumun disiplini altında zamanlaÅŸarak özneleÅŸiyordu. Buradan bakıldığında sermaye, disiplin toplumunda zamanın mekânsallaÅŸmasıdır. Mekânın disiplini ve aÅŸkınlığı direniÅŸin zamanını da mekânlaÅŸtırır. Emek, fabrika mekânında zamanlaÅŸarak ve ücretli emek biçiminde sermayeleÅŸerek sınıflaşır. Ä°ÅŸçi olarak özneleÅŸmek demek, zamanın fabrikada mekânlaÅŸması demektir. Grev de direniÅŸ zamanının fabrikada mekânlaÅŸmasıdır. Fabrika dışındaki sermayeleÅŸmemiÅŸ zaman üzerindeki iktidar ise, aile ve devlettir. Aile ve devlet sermayeleÅŸmemiÅŸ zamanın problemlerini sermaye adına çözmek için müdahale eder. Sermayenin modernleÅŸmesi sürecinde, devlet ile sermaye arasındaki uzlaÅŸmalar kadar gerilimler de buradan doÄŸmuÅŸtur.

Buna karşılık zamanın postmodernleÅŸmesi, zamanın mekânsızlaÅŸma pratiÄŸidir. Emek, yalnızca üretim zamanında deÄŸil, yaÅŸamın bütün “ÅŸimdi”sinde sermayeleÅŸmektedir. Artık zaman bedenin kendisidir. Sermayenin biyopolitik üretimi olarak tanımladığımız postmodernizmin asıl ayırt edici özelliÄŸi, zamanın mekândan kopmasıyla bedenin sermayeleÅŸmesidir.

Bir mekânsızlaÅŸtırma pratiÄŸi olarak zaman kavramının ruhu anlaşılamadan Üçlemenin yeni bir egemenlik ya da iktidar teorisi olarak sunduÄŸu Ä°mparatorluk da anlaşılamaz. Zamanı mekânlaÅŸtırmanın dispozitifi, mekânda, daha doÄŸrusu mekân yoluyla sabit sınırlar çizme pratiÄŸidir. Modernizmin disiplin toplumu sabit sınırlarla iÅŸler; sınırın içerisi ve dışarısı vardır. EmeÄŸin ücretli emek altında sınıflaÅŸtırılmasının mekânı ulus devlet sınırlarıdır. Ulus devlet ve emperyalizmin diyagramı, sınırla, içerisi ve dışarısı ayrımıyla çalışır. Bunun tersine, zamanın mekânsızlaÅŸtırılması ise bir sınırsızlık ufkudur. Ä°mparatorluÄŸun bir sınırsızlık ufku olarak, içerisi ve dışarısının olmayışıyla tanımlanmasının arka planında zamanın mekânsızlaÅŸtırılması yatar.

Zaman mekândan koptu! Disiplin toplumunun bütün temsil kurumları çökmüÅŸ durumda. Artık ne meclis halkı, ne hastane saÄŸlığı, ne okul eÄŸitimi, ne aile ya da anne baba çocuÄŸu temsil ediyor. Disiplin kurumları olan temsiller hem var hem yok. Sermaye postmodern egemenliÄŸin kuruluÅŸ sürecinde tüm zamanların hâkimi haline gelmiÅŸtir; sermaye artık devletleÅŸmiÅŸtir. Devlet artık devlet deÄŸildir. Halk, ulus ve vatandaÅŸ mekânsızdır. Ä°nsan artık ulus ve halkın bir üyesi olarak vatandaÅŸ deÄŸil müÅŸteridir. Emek bankaların kredi müÅŸterisi olsun diye iÅŸçi ve üreticidir. Emek patronsuzdur; ücretini artık patrondan deÄŸil, bankadan kredi ve borç olarak talep etmektedir.

Postmodern egemenliÄŸin oluÅŸumunun tüm belirtileri -emeÄŸin organik ve politik bileÅŸimindeki deÄŸiÅŸim, toplumsal fabrika, dünya pazarının dünya ekonomisine dönüÅŸümü- zamanın mekânsızlaÅŸmasının virtüel düzlemindeki edimselleÅŸmelerdir.

 

Maddi olmayan emek ve enformatikleÅŸme

Modernizm sanayileÅŸmeye dayalı bir ekonomidir. DiÄŸer tüm emek biçimlerini harekete geçirecek olan kurucu emek tarımdan sanayiye doÄŸru akar. Postmodernizm ise üretimin enformatikleÅŸmesiyle ayırt edilir. Åžimdi kurucu emek sanayiden enformatik üretime doÄŸru kaymaktadır. Bütün artıyı kendine çeken ve toplumsal emeÄŸi üretken kılan üretim, enformatik üretimdir. Modernizmin disiplin toplumunda emeÄŸi bir araya toplayan, elbirliÄŸini saÄŸlayan ve verimli kılan mekân sanayi ve fabrika iken, postmodernizmin kontrol toplumunda enformatik üretim, bütün toplumsal emeÄŸi bir yok-yerde, mekânsız bir zamanda bir araya toplar, toplumsal elbirliÄŸini ve üretkenliÄŸini saÄŸlar. Postmodern enformatik üretimde üretken emek ile üretken olmayan emek farkı ortadan kalkar. Bundan böyle deÄŸeri belirleyen, fabrika mekânının zamanı deÄŸildir; deÄŸerin belirlenmesi, toplumsal emeÄŸin elbirliÄŸiyle ürettiÄŸi zenginliÄŸin ve bilimin üretimde harekete geçirilmesinin gücüne baÄŸlıdır. Enformatik üretim bütün emek biçimlerini harekete geçiren toplumsal güçtür. Bu gücün merkezi yoktur. Enformatik üretim mekânsız zamanın aÄŸlaÅŸmasıdır. EnformatikleÅŸme, zamanın aÄŸlaÅŸması sayesinde, üretimle egemenliÄŸi eÅŸkapsamlı hale getirmiÅŸ, üretim kadar egemenliÄŸi de “aÄŸ”laÅŸtırmıştır. Merkezi olmayan egemenlikten kasıt, bu “aÄŸ” tipi egemenliktir. Merkezi ve “Roma”sı olmayan egemenlik, sonsuzluk ve sınır tanımayan bir ufuktur. Tahakküm, kapma ve baskı, hiyerarÅŸinin ve merkezin uyguladığı zor yoluyla deÄŸil, “aÄŸ”ın sonsuz baÄŸları yoluyla iÅŸlemektedir. Bu yüzden savaÅŸ artık bir seferde olup biten bir olay deÄŸil Ä°mparatorluÄŸun yaÅŸam biçimidir. SavaÅŸ sonsuz küçüklüklere dağılarak adeta estetik bir oyun haline gelmiÅŸtir. Katil öldürdüÄŸü insanı görmeden kahkaha atmaktadır. Ölümün ciddiyeti kalmamıştır!

Kapitalizmin postmodern aÅŸamasında emeÄŸin politik bileÅŸimi de sınırsız bir toplumsal ufku ifade eder ve üretim içindeki bütün emek biçimlerini kapsar. Dünün sanayi proletaryası bugünün Migros ve kurye iÅŸçileridir. EmeÄŸin organik bileÅŸimindeki farklılaÅŸma maddi olmayan emekte ifade bulur. Obje olarak meta üreten bütün maddi emek biçimleri maddi olmayan emek biçimlerine bağımlıdır. Maddi olmayan emeÄŸin ürünü olan meta, bir ”ÅŸey” olmaktan çıkıp maddi bir iliÅŸkiye dönüÅŸmüÅŸtür. Artık maddi olmayan emeÄŸin ürünü olan metanın kulanım deÄŸeri, elle tutulurluÄŸuna göre deÄŸil beden üzerindeki etkisine göre ölçülmektedir. Enformatik üretim çağında zamanın mekânsızlaÅŸan üretiminde, deÄŸerin ölçüsü olan zaman da mekânsallığını yitirmiÅŸtir. Üretilen deÄŸer artık ölçülemezdir. EmeÄŸi verimli kılan sabit sermaye, ÅŸimdi maddi olmayan emeÄŸin ta kendisidir. Sabit sermaye artık ölü emek deÄŸil canlı emektir. Bir bilim insanının laboratuvarda geçirdiÄŸi zamanı ölçebilirsiniz, fakat maddi olmayan deÄŸerin üretimini ölçemezsiniz. Formülü laboratuvarda deÄŸil evinin tuvaletinde bulmuÅŸ da olabilir. Biyopolitik üretimde canlı ve cansız emek makineleÅŸmiÅŸtir. Deleuze ve Guattari’nin dediÄŸi gibi, toplumsal makinenin teknik makineden önce gelmesinin anlamlarından biri de budur. Toplumsal makinenin yarattığı deÄŸer bundan böyle zamanla ölçülemez. DeÄŸeri belirleyen zaman deÄŸil etkidir. YaÅŸamın metalaÅŸtırılması daima çoktan bir öznellik üretimidir.

Üretimin enformatikleÅŸmesi, egemenliÄŸin aÄŸlaÅŸması ve emeÄŸin maddi olmayan emek altında verimlileÅŸtirilmesiyle birlikte, üretimin ulusu ve sınırları da ortadan kalkıyor. EmeÄŸin elbirliÄŸinin gücü artık küreseldir. Toplumsal emek zamanın ölçümü yersizyurtsuzlaÅŸarak ulusal sınırlardan kopmuÅŸtur. Bugün deÄŸeri belirleyen zaman, küresel emek zamandır. Küresel emek zamanın enformatik “aÄŸ”ına bağımlı deÄŸil de baÄŸlı olmayan hiçbir sömürü, artı deÄŸer üretemez. “Bağımlılık” yerini “baÄŸlılığa” bırakmıştır.

Sermayenin yarattığı dünya yeryüzünden koptu. Sermaye, küresel üretim ve egemenlik ağına “baÄŸlı” olmayı dayatan yaÅŸam biçimiyle, bizi yaÅŸayan ölülere dönüÅŸtürmek istiyor. Yeni bir postmodern aÅŸkınlığın krizinin içinden geçiyoruz. Modernizmin ortaçağı postmodernizmde sermayenin dünyası ile yeryüzünün ölçülemez kuvvetleri arasındaki karşıtlık gitgide ÅŸiddetleniyor. Günümüz postmodernizminin krizi budur: aÅŸkın dünya Sermayeye karşı içkin yeryüzü Çokluk. Ä°nsanlık yeni bir içkinliÄŸin kuruluÅŸunun eÅŸiÄŸinde bulunuyor.

​

Çokluk

Birinci çokluk ontolojiktir ve o olmaksızın toplumsal varlığımızı kavramamız imkânsızdır… Ä°kinci çokluk ise siyasaldır ve günümüzde geliÅŸen koÅŸullar temelinde onu var etmek için siyasal bir proje gereklidir.[36]

 

Hardt ve Negri’nin çokluÄŸun, içine doÄŸmuÅŸ olduÄŸumuzdan dolayı hazır bulduÄŸumuz ya da çokluk olarak üretimi baÅŸtan güvence altına alınmış olan ontolojik bir durumun ötesinde siyasal bir proje, yani bir yaratım olarak anlaşılması gerektiÄŸine dair bu uyarısı, postmodernizme karşı önerdikleri altermodernitenin kurucu aksiyomudur. Ontolojik düzlemin postyapısalcı okumaları arasındaki farklar bu okumaların politik alana bakışını da farklılaÅŸtırmaktadır. Postmodernizm ve altermodernitenin “farka” dair ontolojik okumaları arasındaki farklılık politik farklılığa ve -belki daha doÄŸrusu- aralarındaki politik farklılık da ontolojik okumalarının farklılaÅŸmasına yol açmaktadır. Postyapısalcılık düzleminde postmodernizm ile altermodernite arasında hızlıca kurulan analojik iliÅŸki, ikisi arasındaki antagonist farkı bulanıklaÅŸtırmaya hizmet etmektedir. Bu durum postyapısalcı felsefenin önemli bir gerilimi olmasına raÄŸmen, bu gerilim üstüne düÅŸünüldüÄŸü pek de söylenemez. Postmodernizm ile altermodernite arasındaki fark, benzerlik ve eÅŸitlik yoluyla silinmektedir. Hardt ve Negri Üçleme boyunca bu farkı deÄŸiÅŸik baÄŸlamlarda sürekli yeniden hatırlatır.

Ontolojik olan, bir içkinlik düzlemidir ve tekillikler arası iyi ve kötünün ötesindeki güç iliÅŸkilerinin etik-politik devinimini ifade eder. Ontolojiye içkin ve politik olan güç iliÅŸkileri virtüelliktir, etik-politik güç iliÅŸkileri ise edimselleÅŸmedir. Ä°yi ve kötü ötesi “politik olan” ile “etik-politik pratik” arasındaki iliÅŸkinin kuruluÅŸu tamamen politiktir.

Ä°çkinlik düzlemi ÅŸu dört kavramın estetik bir dansı olarak düÅŸünülebilir: tekillik, çokluk, ortak olan ve demokrasi. Bu dört kavram da içkinlik düzleminin beliriÅŸleridir. DüÅŸüncede içkinlik düzleminin kuruluÅŸu olarak bakılacaksa felsefenin neden daima bir anti-Platonculuktan baÅŸlaması gerektiÄŸi de bu dört kavramdan hareketle anlaşılabilir. Deleuze’ün bize öÄŸrettiÄŸi gibi, “Felsefe Bir’le, varlıkla ilgili deÄŸildir. Bunu önermek aptalcadır. Tersine, felsefe tekilliklerle ilgilidir… Çokluklar, tekillikler toplamıdır.”[37] Ama çokluk tekilliklerin matematiksel bir toplamı deÄŸildir. Tekillik ile çokluk daima makinesel bir asamblaj oluÅŸturur. Tekillik ile çokluk bu yüzden “Bir”i deÄŸil ortak olanı ifade eder. Tekillik ve çokluktan baÅŸlamak demek, ortak olan ile “Bir” arasındaki antagonist farktan baÅŸlamak demektir. Ortak olan, çokluk gibi tekillikleri içerirken, “Bir” Aynı’yı, bunun da ötesinde, kendiyle özdeÅŸ olanı içerir. “Bir” özdeÅŸliÄŸin, ortak olan ise çokluÄŸun, tekilliÄŸin, “fark”ın ifadesidir. Fark, tekillik, çokluk, ortak olan ve demokrasi birlikte bir toplumsal makine oluÅŸturur. Toplumsal makine ontolojiktir, teknik makineden bu anlamıyla da her zaman önce gelir. Ne de olsa bu beÅŸ kavram “güç” olmak bakımından aynı ontolojik doÄŸadandır ve her biri içkinlik düzleminin farklı güç derecelerine karşılık gelir.

Deleuze, fark kavramını Fark ve Tekrar’da özellikle iki kavramla iliÅŸkilendirerek düÅŸünür: tekrar ve farklanma. Ä°liÅŸkilerin bu sürekli çoÄŸalışı, ontolojinin makineselliÄŸiyle doÄŸrudan iliÅŸkilidir. Fark, tekrarın farklandırması yoluyla farktır. Tekillik, sürekli farklanmaya içkin tekrar ve farktır. Ä°çkinlik düzlemi ontolojisinde tekillik, çokluk, ortak olan ve demokrasinin diyagramı daima fark, tekrar ve farklanma yoluyla çizilir.

Tam bu noktada daha önce vurguladığımız bir ÅŸeyi tekrar etmekte fayda var: Güç ve iktidar kavramları birbirine karşıttır. Ä°ktidar eyleme gücümüzü azaltarak iÅŸleyen bir kurum, güç ise özgürleÅŸmenin, neÅŸeli duyguların gücüdür, demiÅŸti Deleuze. Ä°ktidar, gücü yersizyurtsuzlaÅŸtırır, kapar, kodlar ve yerliyurtlulaÅŸtırır. Diyagram güç iliÅŸkilerinden kuruludur. Güç bir özne deÄŸil bir iliÅŸki, bir iliÅŸki olduÄŸu için de daima çoÄŸul halde bulunur. Bir iliÅŸki olarak güç fikrini Deleuze Nietzsche’ye atfetmiÅŸtir; ama bu fikir aslında ondan çok daha önce, conatus’u aynı anda hem etkilenme hem de etkileme gücü olarak tanımlayan Spinoza tarafından dile getirilmiÅŸtir. Conatus böyle bir güç olarak varlığın ayakta kalma çabası, bir direniÅŸtir. Nietzsche buna dayanarak conatus’u bir etkinlik pratiÄŸi deÄŸil bir edilginlik pratiÄŸi olduÄŸu için eleÅŸtirir.[38] Ama bu eleÅŸtiri bize Spinoza’dan daha çok Nietzsche hakkında bir ÅŸeyler söyler. Nietzsche “fark”ı hiyerarÅŸinin gücü altında özneleÅŸtirerek tekilliÄŸi “ben”e indirger, Nietzsche’de ortak olanın, baÅŸka bir deyiÅŸle kuvvetlerin var olma ve eyleme güçlerini artıran bileÅŸimlerinin içinden düÅŸünülmüÅŸ bir “çokluk” yoktur. Hatta Nietzsche’ye göre çokluklar yalnızca tepkisel kuvvetlerdir. Nietzsche, “ortak olan”ın bakış açısından tamamen yoksun olduÄŸu için conatus’u özü tepkisel olan, savunmacı bir güç olarak anlar. Oysa Spinoza’nın conatus kavramı, ortak olanı güçler çokluÄŸunun makineleÅŸme pratiÄŸi olarak düÅŸünme önerisidir. Conatus sonsuz güç iliÅŸkilerinin deviniminde ortak olan yoluyla güç artırımı pratiÄŸidir. Spinoza’da çokluk ortak olanın önkoÅŸulu, ortak olan ise çokluÄŸun gücüdür.

Conatus, Nietzsche’nin öne sürdüÄŸünün aksine, tepkisel olmayan bir direniÅŸtir; bir iliÅŸki olarak güç, direniÅŸ pratiÄŸidir. Güçlerin farkı ve çokluÄŸu, sonsuz bir etkilenme ve etkileme pratiÄŸine karşılık gelir. DireniÅŸ içkinlik ontolojisinin kurucusudur, sonsuz küçüklüklerde devinen bilinçdışı ve kurucu güçtür. Ä°ktidar ise, içkinliÄŸin kapılması pratiÄŸidir. Güç Ä°ktidara, direniÅŸ tahakküme daima dışsaldır. Ä°ktidar, dışsallık olan içkinliÄŸi içselleÅŸtirme pratiÄŸidir. DireniÅŸ, güç iliÅŸkilerinin devinimi içinde kapma dispozitifleri yoluyla elbette iktidarlaÅŸabilir; fakat iktidar asla gücün bir formu ve olumsuzlaması deÄŸildir.

Dolayısıyla içkinlik ontolojisi aynı zamanda iyi ve kötünün ötesindeki güç iliÅŸkilerinin bir pratiÄŸi olarak, yani kurucu güç olarak direniÅŸin ontolojisidir. Kurucu güç olarak direniÅŸ, her türlü iktidar pratiÄŸi karşısında bir kaçış çizgisi, bir patlak veriÅŸ olması bakımından bu pratiÄŸe daima dışsaldır. Fark, özdeÅŸlik; çokluk, halk; ortak olan, mülkiyet ve birey; demokrasi ise devlet tarafından kapılır. Bu kapma düzeneÄŸinin diyalektikten farkı çok iyi anlaşılmalıdır.

Foucault, iktidar kavramını içkinlik düzlemi olarak düÅŸünerek, egemenliÄŸin aÅŸkınlığını ortadan kaldırırken aynı anda direniÅŸin bu dışsallığını da ortadan kaldırmıştır. Foucault, tıpkı Platon gibi, tıpkı Hegel gibi ters çevrilmelidir. Ä°ktidarın olduÄŸu yerde direniÅŸ yoktur, direniÅŸin olduÄŸu yerde iktidar vardır. Hardt ve Negri’nin Üçlemesi iÅŸte bu ters çevirmeyi gerçekleÅŸtirir.

Bu ters çevirmeden sonra, Foucault’nun herhangi bir dışsallığı olmayan, içkin bir iktidar iÅŸleyiÅŸi olarak önerdiÄŸi “yönetimsellik”, sermayenin postmodern “kapma aygıtı”nı tarif etmeye yetmemektedir. Modernizmin disiplin toplumunda sermaye sonsuz bir akışı, egemenlik ise sınırları ifade ediyordu. Postmodernizmin kontrol toplumunda ise sermaye devletleÅŸmiÅŸtir, Ä°mparatorluk sınırsız bir ufuktur. Sermaye ile egemenliÄŸin birleÅŸerek sınırsız bir ufka dönüÅŸmesi sermayenin içkinleÅŸmesi anlamına gelmemektedir. Devlet, Foucault’nun “yönetimsellik” anlayışının ima ettiÄŸi gibi, sermayeleÅŸerek içkinleÅŸmemiÅŸ, tam tersi, sermaye egemenlikle bütünleÅŸerek aÅŸkınlaÅŸmıştır. Meta artık öznenin kullanım deÄŸeri için üretilmemekte, tersine meta, öznellik üretmek için üretilmektedir. Sermayenin öznellik üretimi olarak dünya, yeryüzünden kopmuÅŸtur. Modernizmin ortaçağı olarak tanımladığımız postmodernizmin aÅŸkınlığı tam olarak burada yatar. Mekândan kopmuÅŸ zamanın sanallığı, artık “gerçek”in ta kendisidir. Postmodernizmin krizi budur.

 

Fark ve antagonizma

Hardt ve Negri’nin Ä°mparatorluÄŸun biyoiktidarı ile ÇokluÄŸun biyopolitikası arasında yaptığı ayrımın direniÅŸin dışsallığını yeniden tesis etmeyi içerdiÄŸini söylemiÅŸtik. Peki direniÅŸin dışsallığının yeniden tesisi neyi gerektirmektedir? Ä°mparatorluÄŸun nasıl aynı anda hem içinde hem de karşısında olunabilir? DireniÅŸ ontolojisinin terimlerine çevirerek söylersek, fark nasıl aynı anda hem mutlak olarak içkin hem de mutlak olarak dışsal olabilir? Fark, hiç ÅŸüphesiz, felsefe tarihini boydan boya kesen bir mefhumdur. Farkın tüm bir soybilimini çıkarmak bu yazının sınırlarını hayli aÅŸacağından dolayı, asıl konumuzla baÄŸlantılı olarak, sadece birkaç filozofa deÄŸinmekle yetineceÄŸiz.

Aristoteles bir fark düÅŸünürüdür, fakat farkı tümelin içinde, iki ÅŸeyin arasında olarak düÅŸünmüÅŸtür. Fark iki ÅŸey arasındadır ya da “bir”in içinde iki ÅŸeydir. Hem türlerin “arasında” ortak olan olarak cins, hem de cins “içi” tür, bir farktır. Ama ne olursa olsun cins olmadan türsel fark yoktur. Cins türe yüklenir, fakat türsel fark cinse yüklenemez. “Ä°nsan düÅŸünen hayvandır” denebilir, fakat “hayvan düÅŸünen insandır” denemez; denirse bütün hayvanlar düÅŸünen insan olacaktır. Bu durumda hem türsel fark hem de cins farkı ortadan kalkacaktır. Demek ki kategorileÅŸtirme olmadan tanım da olamaz. Aristoteles’te fark, kategorik bir tanımdır ve lojik içinde kalır. Tekilin tanımı olamaz, tümelleÅŸtirmeden tanım mümkün deÄŸildir. TümelleÅŸtirme, yani tanımlaÅŸtırma farkı “karşıtlığa” kadar götürmelidir. Aristoteles’te fark, karşıtlar arası “ve”dir. Fark A “ve” B’dir. “A ve B” arasında kendinde bir iliÅŸki yoktur. Aralarındaki fark iliÅŸkisi, cinse bağımlı ve baÄŸlı olduÄŸu için, “eÅŸitlik” ve “benzerlik” dolayımıyla tesis edilir.

Kant ise, farkı zaman ve mekân formları yoluyla tekilleÅŸtirir; fenomeni nesneleÅŸtirerek dondurur, nesneleÅŸen fenomen aklın deneyiminde aÅŸkınsallaÅŸtırılır. Evrenselde, nesnenin artık bir dışsallığı yoktur. AÅŸkınsal özne nesnenin tekilliÄŸini evrenselde içererek aÅŸar. Dışsal olan fenomen, aklın aÅŸkınlaÅŸtırma pratiÄŸinde evrensel bilgi olarak içkinleÅŸtirilir.

Hegel ise farkı, Kant ve Aristoteles’in epistemolojik düzleminden koparıp ontolojik düzleme taşır. Farkı lojik bir karşıtlık içinde düÅŸünmek yetmez, fark aynı zamanda ontolojik devinimin içinde düÅŸünülmelidir. Fark, ÅŸimdi kavramın içsel deviniminde “çeliÅŸki”ye kadar götürülmelidir. ÇeliÅŸki, karşıtların birlikte devinimidir; ama tam da aynı sebeple özdeÅŸliÄŸin dolayımına da içkindir. ÖzdeÅŸlik, kendini olumsuzlayarak, olumsuzladığı kendisini yeniden olumsuzlayarak kendini olumlar. ÖzdeÅŸliÄŸin olumsuzlama pratiÄŸi bir çeliÅŸki üretimidir. Olumsuzlama pratiÄŸi olarak çeliÅŸki kendini olumsuzlayarak özdeÅŸliÄŸi olumlar. ÇeliÅŸki özdeÅŸliÄŸin iç pratiÄŸidir. “Bir” çeliÅŸerek devinir. ÖzdeÅŸliÄŸin kendini olumlaması, çeliÅŸki üretimi içinde kendini olumsuzlaması demektir. “Fark” iÅŸte böylece “Bir”in kendini olumsuzlama deviniminde karşıtların çeliÅŸmesine kadar götürülür. ÇeliÅŸki, özdeÅŸliÄŸin üretiminin dispozitifidir ve “Bir”i üretir. ÇeliÅŸki biçiminde fark, fark üretiminin deÄŸil özdeÅŸlik üretiminin dinamiÄŸidir. ÖzdeÅŸlik, çeliÅŸki yoluyla ürettiÄŸi farkı olumsuzlayarak farkı yeniden kapar. Birinci olumsuzlama, fark üretimi; ikinci olumsuzlama ise farkın özdeÅŸliÄŸin içkinliÄŸinde kapılmasıdır. Bundan dolayı çeliÅŸkinin çözümü her zaman özdeÅŸliÄŸin bir iç reformundan ibarettir. Hegel’de Tin, ontolojik aÅŸkınsallık düzleminde, çeliÅŸki biçimindeki fark yoluyla kendini farklandırır. ÇeliÅŸkide karşıtlar birbirini üreten güçlerdir. Birinin varlığı diÄŸerini de var kılar, birinin varlığı diÄŸerini yok etmez. Karşıtlar özdeÅŸliÄŸin çeliÅŸkisinde bir ve aynıdırlar.

Olumsuzlamanın olumsuzlanması Tinin içkinliÄŸinde, daha doÄŸrusu Tinin içinde her zaman bir dışsallık üretimidir. Olumsuzlamanın olumsuzlaması içeride bir dışsallık üretir. Ä°kilik üretimine dayalı devinim bunun ifadesidir. Özne ile nesne, akıl ile beden, olumlama ile olumsuzlama diyalektiÄŸi, özdeÅŸliÄŸin varoluÅŸ diyalektiÄŸidir. Nesne öznenin, beden aklın, olumsuzlama ise olumlamanın dışarısıdır. Postmodernizm, tam da, Hegel’in formüle ettiÄŸi modernizmin bu diyalektiÄŸini ortadan kaldırır. AÅŸkınsallık diyagramındaki farklanma, diyalektik ontolojisindeki dışarıyı da ortadan kaldırmıştır. Postmodernizm, içkinlik düzleminde dışarısının kalmadığını söylemektedir. Gelgelelim postmodernizm düÅŸünceyi diyalektiÄŸin ikiciliÄŸinden kurtarayım derken antagonizmayı da ortadan kaldırmıştır. Artık hiçbir dışarısı yoktur.

Hegel, çeliÅŸki yoluyla, farkı ve antagonizmayı özdeÅŸliÄŸin kendini reforme etmesinin içine kapatmıştır. Sermayenin diyalektik iÅŸleyiÅŸinde bunu yalın bir ÅŸekilde görürüz. Emek ücretli emek altında sermayeleÅŸir. Böylece sermaye ücretli emekte kendini olumsuzlar. Ücretli emek sermayenin yabancılaÅŸmış biçimidir. BaÅŸka bir deyiÅŸle, ücretli emek sermayenin özdeÅŸliÄŸinde sermaye içi bir dışsallıktır. Sermayenin çeliÅŸki üretimi devam ettiÄŸi sürece ne sermaye ne de ücretli emek ortadan kalkabilir. Diyalektik, emeÄŸin kendini olumlanmasını sermayenin içine kapatır. Tam da bu yüzden, emeÄŸin kendini olumlamasını sermayenin diyalektiÄŸinden kurtarmak doÄŸrudan antagonist bir nitelik taşır. Fark, artık çeliÅŸkiden kurtarılıp antagonizmaya kadar götürülmelidir.

Heidegger’in postyapısalcı kırılmanın temel kaynaklarından biri olduÄŸunu daha önce söylemiÅŸtik. Bu yüzden Hegel ile Heidegger arasındaki farklılık anlaşılmadan bugünkü postmodern bulanıklığı ortadan kaldırmak da mümkün görünmüyor. Bu iki filozof fenomenolojinin iki kanadını oluÅŸturur. Hatırlanacağı gibi, aÅŸkınlık düzleminde, öz varoluÅŸa aÅŸkındı. Öz, varoluÅŸun dışında bir anlama sahipti. Descartes ve Spinoza töz kavramı üstüne düÅŸündüler, onlara göre öz varoluÅŸa içkindi, töz ise “nedeni kendinde olan”dı. Bu noktadan itibaren varlığın anlamı artık hareketsizliÄŸi içinde deÄŸil, pratiÄŸine göre düÅŸünülecekti. Gerek Descartes gerek Hegel, bu iÅŸlemi “lojik” içinde kalarak gerçekleÅŸtirir ve zamanı varlığın içinde düÅŸünür. Ontolojik töz, kavram ya da Tin, her durumda antropolojik bir bilinci ifade eder. Her biri insanmerkezci bir okumanın sonucudur. Buna karşılık, Heidegger’in düÅŸüncesi varlık üstüne “lojik-dışı” bir düÅŸünmedir. Heidegger, tersine, varlığı zaman içinde düÅŸünecektir. Artık tarihin öznesi yoktur. Bu yaklaşım, postyapısalcı kırılma için de çok önemli olacak bir deÄŸiÅŸikliktir. Heidegger’in bizi getirdiÄŸi nokta, “öz varoluÅŸa içkindir” noktası bile deÄŸildir. Heidegger’de oluÅŸ olarak varlık, “hiçlik”tir. Töz böylece ortadan kalkar. Ontolojik baÄŸlamda tekanlamlılık, özneye ait ve nesneye bağımlı olmayan, oluÅŸa içkin belirlenim demektir. Heidegger’in varlığın tekanlamlılığını tesis eden bu müdahalesiyle, “virtüellik”, “bilinçdışı”, “olay” gibi kavramların da önü açılmıştır. Fakat bu kopuÅŸ yeni problemleri de beraberinde getirecektir.

Birincisi, Heidegger aÅŸkınsal farklanmayı ontolojik olarak deÄŸil, yalnızca özneyle sınırlı olmayan “Dasein”a ait olarak düÅŸünür. “Dasein”, aÅŸma ediminin kendisi olarak, aÅŸkınlık içinde daima aÅŸkınlık olarak vardır. Kendi yapısındaki aÅŸkınlık, yani barındırdığı aÅŸma gücü nedeniyle, Dasein varolanların bütününü aslında daima ve çoktan aÅŸmış olarak vardır.[39] Dasein’ın aÅŸkınlığı, Dasein’in aÅŸkınsallığının, aÅŸkınsal bir güç olmasının koÅŸuludur. Dasein özne olmasa da bu yüzden hâlâ antropomorfiktir. Heidegger’de böyle bir aÅŸma gücüne baÄŸlanmış olan ontolojik farklanmanın, politiklik-dışı Varlık olarak “Hiç”lik adını alması tesadüf deÄŸildir. Dasein, kurucu güç olan hiçliÄŸin içine daima ve çoktan yeniden düÅŸmüÅŸtür; kaderi aynı anda hem kendi elinde kalmıştır hem de belirsizdir. Bu yüzden direniÅŸ, “Dasein” açısından düÅŸünüldüÄŸünde, tekilliÄŸin kendini deÄŸerli kılma pratiÄŸi olarak daima performatif bir nitelik taşımak zorundadır. Dasein, kendi tekilliÄŸinde bir başınadır.

Ä°kincisi, Heidegger özdeÅŸlik felsefesinden çıkamamış, “Aynı” anlayışında özdeÅŸliÄŸi yeniden üretmiÅŸtir. Heidegger, özdeÅŸliÄŸin “aynı” üzerinden düÅŸünülmesi gerektiÄŸini vurgulayarak ilk müdahalesini yapar: “ÖzdeÅŸ olan, Latince idem, Yunanca τò αυτó’dur. Dilimize çevrildiÄŸinde τò αυτó, aynı olan demektir.”[40]. Buna göre, özdeÅŸliÄŸin klasik formülü olan A=A, ilkenin söylemek istediÄŸi ÅŸeyin üstünü örter. Ä°lkenin söylemek istediÄŸi ÅŸey, A, A’ dır, yani her A kendisinin aynısıdır, oysa formüldeki eÅŸitlik ÅŸeyin kendi “ile” aynılığını, yani aslında her özdeÅŸliÄŸin ima ettiÄŸi “ile” iliÅŸkisini ortadan kaldırır: “A, A’dır biçimiyle çok daha oturaklı olan özdeÅŸlik ilkesi formülü, yalnızca her A’nın kendisi, kendisinin aynısıdır, demez; daha çok ÅŸunu der: Kendisi ile birlikte her A’nın kendisi, kendisinin aynısıdır. Aynılıkta ‘ile’ iliÅŸkisi yatar, yani bir ilet-im (dolayım), bir baÄŸlantı, bir bileÅŸim: birlik’te birleÅŸme.”[41] Buna baÄŸlı olarak, Heidegger “düÅŸünme” ile” varlığı” da artık bir “ikilik” olarak deÄŸil “Aynı”, yani birlikte-aitlik [Zusammengehörigkeit/belonging-together] olarak düÅŸünür. Öyle ki aynılık düÅŸünme ile varlığa deÄŸil, düÅŸünme ile varlık birlikte Aynı’ya aittir. Heidegger böylece farkı, karşıtlık ve çeliÅŸkiden kurtarıp, “Aynı”, yani “birlikte-ait-olma” düzleminde düÅŸünür. Fark, birbirine indirgenemeyenlerin “ile-birlikte-ait olma”sıdır. Bu yüzden Aynı her zaman oluÅŸ pratiÄŸinde bir kıvrımla ayrılır: ontolojik fark ve ontik fark. Heidegger’deki “Aynı”, Foucault’daki iktidar ile direniÅŸin birlikte-aitliÄŸine model oluÅŸturduÄŸu ölçüde, agonist postmodern ontolojinin de modelini oluÅŸturur.

“Ä°le-birlikte-ait olma”, Hegel’in çeliÅŸkiye ve karşıtlığa dayalı ikiliÄŸinden farklıdır. Heidegger’de Varlık ve oluÅŸ, karşıta ve çeliÅŸkiye deÄŸil farka açılır. Aynı, yani Heideggerci fark, bir “ile-birlikte-ait-olma”dır. DoÄŸal olarak Heideggerci fark hiçbir olumsuzlamayı içermez. Heidegger’in varlık anlayışının Hegel’inkinden farklılaÅŸtığı yer de burasıdır: “Hegel’e göre düÅŸünmenin iÅŸi, varolan bakımından, mutlak düÅŸünme içinde ve mutlak düÅŸünme olarak düÅŸünülmüÅŸ olan Varlıktır. Bizim içinse düÅŸünmenin iÅŸi Aynı olandır, dolayısıyla Varlıktır. Ama varolandan ayrımı bakımından Varlıktır.”[42] Heidegger’e göre Varlık bugüne kadar “varolan” olarak düÅŸünülmüÅŸtür; oysa Varlık varolandan farkı üzerinden düÅŸünülmelidir. Varolan bir objedir, lojik içinde kategorik olarak düÅŸünülebilir. Oysa fenomen ya da varlık bir obje olarak deÄŸil, oluÅŸ olarak kendi içinden düÅŸünülmelidir. Felsefenin sorusu böylece yeniden formüle edilir: “Varolan genelde, neden [var]dır … ve daha ziyade Hiçlik deÄŸil?”[43] Bir biçimde Heidegger bizi varlığı bilinçte deÄŸil, ölçülemez olduÄŸu halde maddi olan bir bilinçdışı ve hiçlikte düÅŸünmeye davet eder. Ontolojik fark “ile” ontik fark, birlikte-ait olmada “Aynı” olarak düÅŸünülmelidir. Bu özetten sonra, Heidegger’de tekanlamlılığın ya da içkinlik düzleminin kurucusu olan “Aynı” anlayışının postmodern güncelliÄŸimizin çözümlenmesinde nereye oturduÄŸu sorusuna geri dönebiliriz.

AÅŸkınlığın, yani özün varoluÅŸa dışsal olmasının ne demek olduÄŸunu anlamakta zorlanmıyoruz. Ama özün varoluÅŸa içkin olduÄŸu durum üzerine daha dikkatli düÅŸünmemiz gerekiyor. Her ikisi de içkinliÄŸin açıklaması olan “özü varoluÅŸuna içkin” ve “nedeni kendinde olan varlık” formülasyonları, aslında yapısalcılığın iki ayrı damarının yaslandığı iki ayrı ontolojiye birden gönderme yapar. Åžu farkla ki modernizm zemininde “yapı” yasalara dayanır, varoluÅŸ bu yasaları hızlandırır ya da yavaÅŸlatır. Yasa kendini olgunlaÅŸtırmadan ontolojik deÄŸiÅŸim ve dönüÅŸüm düÅŸünülemez. Postmodernizm zemininde ise yapı, önceki görünümünden tamamen farklı olarak, özsüz, nedensiz bir hiçlik olarak oluÅŸ biçimini alır, ama bu yeni biçiminde de yapının politik olarak dönüÅŸümü düÅŸünülemez bir ÅŸey olarak kalır; zira dönüÅŸüm yalnızca bireylerin tekilliÄŸine içkindir, direniÅŸ ancak yapının kıyılarında, tekilliklerde ortaya çıkabilir ve bu yüzden de ancak performatif ve marjinal olabilir. DireniÅŸ sınıfsal perspektiften yoksun olduÄŸu oranda, buna baÄŸlı bir fark olarak ne antagonizmayı ne de “devrimi” içerir.

Aristoteles farkı karşıtlıklar arası bir “ve” olarak düÅŸünmüÅŸtü. Hegel farkı, karşıtlıktan özdeÅŸlik içinde bir çeliÅŸkiye, “ve”den “anti”ye dönüÅŸtürdü. Heidegger’de ise fark, “Aynı”da “ile-birlikte-ait olma” olarak düÅŸünülür; fark artık ne karşıtlık ne de çeliÅŸkidir. “Ä°le-birlikte-ait-olma”, birbirine indirgenemeyenlerin aynılığını ifade ettiÄŸi ölçüde, farka dair agonist bir bakış açısının tezahürüdür. Modernizm emeÄŸi sermayenin çeliÅŸki diyalektiÄŸinin reformizmine gömdü. Postmodernizm ise emeÄŸi “iktidar” ile “direniÅŸ”in birlikte-ait olmaklığı olarak Aynı’nın agonizmine gömdü. Sonuç olarak, antagonizma her iki bakış açısının da görüÅŸ alanının tamamen dışında kalır. Birbirlerinin ne kadar karşıtıymış gibi görünürse görünsünler, antagonizma karşısındaki körlükleri onları ortaklaÅŸtırır ve uzlaÅŸtırır. Deleuze ise farkı, karşıtlığın ve çeliÅŸkinin de ötesinde antagonizmaya kadar götürmüÅŸtür. Deleuzecü “kendinde fark”ın vahÅŸeti antagonizmadır.

 

Deleuze

Fark felsefesinin soybiliminde, antagonizmayı düÅŸüncenin görüÅŸ alanının içine yeniden dahil eden Deleuze olur. Deleuze farkı ancak iki ÅŸey arasında düÅŸünülebilir bir ÅŸey olmaktan çıkarır; fark bundan böyle kendinde ve tekil olarak düÅŸünülmelidir. Deleuze farkı iki ÅŸey arasındaki fark olmaktan çıkardığı aynı anda “olumlama”yı da “olumsuzlama”nın tahakkümünden kurtarır. Olumlama, olumsuzlamanın olumsuzlamasından, içeride bir dışarısı yaratmaktan özgürleÅŸir. Kendinde fark, içkin olumlama pratiÄŸidir. Ä°çkinlik çeliÅŸkiden sonunda kurtulmuÅŸtur. Böylelikle belirlenim kavramı da yer deÄŸiÅŸtirir; düne kadar belirlenim kavramı olumsuzlama üzerinden düÅŸünülürken ÅŸimdi olumlama üzerinden düÅŸünülmektedir. Fark, kendi direniÅŸinde kendini olumlama ve belirleme pratiÄŸidir. Deleuze’ün harikulade açıkladığı gibi, “fark, tek yönlü ayrım olarak anlaşılması gereken bu belirlenim durumudur. O halde, farka iliÅŸkin olarak, bunun ‘fark yaratmak’ deyiÅŸinde olduÄŸu gibi yapılan ve kendini yapan bir ÅŸey olduÄŸunu söylemek gerekir. Bu fark veya belirlenimin TA KENDÄ°SÄ°, bir o kadar vahÅŸettir.”[44] Fark kendini olumlama olarak belirlenim ve vahÅŸettir. Fark, hiçbir ÅŸeye indirgenemez, eÅŸitlenemez, benzetilemez, temsil edilemez, kendi ifadesi dışında asla tanımlanamaz. “Mutlak” en mükemmel anlamına Tanrı, Tin, yapı ya da hiçlikte deÄŸil, farkta kavuÅŸur; fark mutlak tekilliktir.

Farkın vahÅŸeti, kendini belirlerken içerideki bir dışarısını deÄŸil içerisi olmayan mutlak bir dışarısını yaratmasından ileri gelir. Deleuze’de ayırıcı sentez, içkinlik düzleminde sonsuz küçüklüklerde fark ve dışarısının üretimine karşılık gelir. YersizyurtsuzlaÅŸma elbette bir “yeryurt”un olumsuzlanmasına baÄŸlıdır. Fark, ya da artık aynı anlama gelmek üzere, olumlama pratiÄŸi, bir vahÅŸetle “yeryurt”u olumsuzlar. Ama bu olumsuzlama içeride bir dışarısı aramak deÄŸil, içerisini dağıtıp sonsuz bir dışarısı üretmektir. Kendinde farkın felsefesi, diyalektiÄŸi parçalar; içeriye hapsedilmiÅŸ olan “dışarısı”nı özgürleÅŸtirerek sonsuz küçüklükte dağıtır. Taçlı anarÅŸi ve göçebe dağılım budur. Diyalektik, farkın çokluÄŸunu ve tekilliÄŸini içeride tahakküm altına alarak “dağılımı” “dağıtım”a çevirir. Bunun aksine, tekrar sürekli bir göçebe dağılımdır. Fark, tekrarda farklanan farktır. Sonsuz küçüklükte sonsuz dağılım, sonsuz dışsallık üretimi… Ä°çkinliÄŸin içerisi yoktur. Ä°çkinlik, sınırları hudutlarda eÅŸiÄŸe çevirir; fark sürekli eÅŸikte olmak, yani sürekli kendinin dışında olmaktır. EÅŸik içerisi olmayan bir dışarısıdır, sınır ise dışarının içselleÅŸtirilmesidir.

Deleuze, düÅŸünceyi Philo-sophy’ye (bilgi sevgisi) karşı “Miso-sophy”den (bilgi nefreti) baÅŸlatır. Ona göre “düÅŸüncede birincil olan, ihlal ve ÅŸiddettir, düÅŸmandır.”[45] Deleuze’ün metafiziÄŸe, en önemlisi fark felsefesine devrimci müdahalesinin kaynağında bu antagonist bakış açısı vardır: “ÖzdeÅŸten kurtulmuÅŸ, olumsuzdan bağımsız, saf farklara müracaat etmenin elbette tehlikeleri vardır. En büyük tehlike güzel ruhun temsillerine düÅŸmektir: kanlı savaÅŸlardan uzak, uzlaÅŸtırılıp bütünleÅŸtirilebilir farklar dünyası. Güzel ruh ÅŸöyle der: farklıyız fakat karşıt deÄŸiliz.”[46] Postmodernizm güzel ruhtur, postmodernizmin diÄŸer versiyonu ise Hobbescu mutlak antagonizma.

Deleuze’de içkinlik düzlemi iyi ve kötünün ötesindeki güç iliÅŸkilerinin direniÅŸ düzlemidir. Bu düzlem, mutlak politik virtüellik ve mutlak olaydır. Sonsuz etkileme ve etkilenme pratiÄŸi olan bu direniÅŸ düzleminde iyiyi ve kötüyü belirleyen etik-politik pratik ise içkinliÄŸin edimselleÅŸmesidir. DireniÅŸler faÅŸistleÅŸebilir ya da özgürleÅŸebilir. Mutlak devrimci düzlem yoktur; devrimci pratik daima etik-politik bir stratejidir.

Deleuze, Aristoteles’teki “ve” ile karşıtlıktan, Hegel’deki “anti” ve çeliÅŸkiden, Heidegger’deki “ile-birlikte-ait olma”nın güzel ruhundan da “bir-arada-oluÅŸ” kavramıyla kopar.[47] Ontoloji mekânda deÄŸil zamandaki bir ortam ve bir olaydır. Bu ortam ve olayda arzu ve kaçış çizgileri, kendisi de bir fark olarak iktidarın kapma pratikleri karşısında antagonist bir fark üretiminin düzlemidir. Deleuze farkı ve antagonizmayı böylece aynı anda hem özdeÅŸliÄŸe baÄŸlı karşıtlıktan ve çeliÅŸkiden hem de özü ve özdeÅŸliÄŸi olmayan ama hâlâ Aynı’ya baÄŸlı olan farktan kurtarır.

Fark, Deleuze’den önce sonsuz küçüklüÄŸe kadar zaten götürülmüÅŸtü. Felsefede sonsuz küçüklüklerin mucidi Leibniz’dir. Leibniz kavramı ve özdeÅŸliÄŸi sonsuz küçüklüÄŸe kadar götürür, fakat farkı o da kavramla kapar. Postyapısalcılığın yarattığı kırılmaya kadar, fark hep kavramsal olarak düÅŸünüldü. Bu kırılmayla birlikte, farkı, terimlerine dışsal olan bir iliÅŸki biçiminde, kavramsal olmayan bir fark olarak düÅŸünebilir hale geldik. Sözgelimi Derrida, farkı daha oluÅŸmadan yok olan bir devinime göre anlamayı önermiÅŸti. Böylece sonsuz küçüklükte olup da kavramsal olmayan bir fark düÅŸüncede ortak düzlemlerden biri haline geldi. Hatırlayacağımız gibi, bunun aksine, farkı sonsuz büyüklükte düÅŸünen, Hegel’di, o da farkı diyalektiÄŸe kapattı.[48] Fakat “devrim”, sonsuz büyüklükte düÅŸünülmüÅŸ bir fark deÄŸil midir? Deleuze bize sonsuz küçüklükte devrimciliÄŸi düÅŸünmeyi öÄŸretti. Sonsuz büyüklükte devrimi hatırlatan ise Marx’tır. Deleuze son kitabı olacağını duyurduÄŸu “Marx’ın Heybeti”ni yazamadan aramızdan ayrıldı.[49] Hardt ve Negri Üçlemede iÅŸte Deleuze’ün gerçekleÅŸmeden kalan bu projesini gerçekleÅŸtirmeyi üstlenir. Üçlemenin gayesi, altermodernite içinden “devrimi düÅŸünmek”tir. “SavaÅŸ makinesi devlet aygıtına dışsaldır.”[50] Çokluk halk deÄŸil, savaÅŸ makinesi olarak sınıftır!

 

Altermodernite

Postmodernizm, kendisini modernizmin iktidar iÅŸleyiÅŸinin eleÅŸtirisine dayalı bir düÅŸünce ve yaÅŸam biçimi olarak sunduÄŸu halde, modernizmin yaydığından daha büyük bir gericiliÄŸi[51] ve muhafazakârlığı yayan bir dispozitif haline gelmiÅŸtir. Postmodernizmi bu yüzden modernizmin ortaçağı olarak tanımlamaya ihtiyaç duyuyoruz. Modernizmin ikiliklere dayalı diyalektik iktidar iÅŸleyiÅŸinin postmodern eleÅŸtirisi, Negri’nin de ifade ettiÄŸi gibi, bize “hiçbir güç düÅŸüncesi, hiçbir karşıtlık konumu, hiçbir özgürleÅŸme makamı” bırakmamıştır. EleÅŸtiri, asıl hedefi aÅŸkınlığın dışsallığı iken antagonizmanın, özdeÅŸlik iken ortak olanın, temsil iken devrimin silinmesine varıyorsa, daha örtük, ama tam da daha örtük olduÄŸu için daha da tehlikeli bir nihilizme yol açmayacak mıdır? Nietzsche’den öÄŸrendiÄŸimiz üzere, nihilizm yaÅŸamın etkin ve yaratıcı kuvvetlerine düÅŸmanlık demektir. Postmodernizm, bize marjinal bir direniÅŸ imkânından ya da özdeÅŸliÄŸe asla varamayacağından dolayı içinden çıkılması da mümkün olmayan bir agonizmden baÅŸka bir ÅŸey sunmaz. “[Yeni iktidar figürlerine] direnen ve özgürlük için çaba gösteren mevcut öznelliklerin kapasitelerini kavramaktan aciz”[52] olduÄŸu ölçüde, bizi nihilizmin çok daha inceltilmiÅŸ bir biçimine mahkûm eder. Hatta nihilizmin bu postmodern biçimi, kolektif kopuÅŸ ve yaratım imkânlarının icadına baÅŸtan engel olduÄŸu sürece, ÅŸimdi “öÄŸrenilerek” çoktan içselleÅŸtirilmiÅŸ olduÄŸu için, modernizmin dayattığından bile daha muhafazakâr ve daha gerici bir iktidar iÅŸleyiÅŸine varır. Ä°ÅŸte Hardt ve Negri, yalnızca modernizmin deÄŸil postmodernizmin nihilizminin de karşısına, “tekillik-ortak olan-devrim”[53] üçlüsüne dayandırdıkları altermoderniteyi koyar. Altermodernite, hem modernizmde direniÅŸin karşıtların kapatıcı ve sabitleÅŸtirici oyunu içinde sıkışıp alternatif yaratmaya kadar gitmesine izin vermeyen diyalektiÄŸin,[54] hem de postmodernizmin “[kuvvetler] oyunu ve olumsallığın ötesine geçmeyen zayıf … özgürlük anlayışı”nın[55] alternatifidir: “Sadece bugün doÄŸuÅŸuna tanık olduÄŸumuz altermodernite, ortak olan ve tekillikler çokluÄŸu arasındaki etkileÅŸimi temel aldığı için devrimin gerçek alanıdır.”[56]

Deleuze de, yukarıda gördüÄŸümüz üzere, farkların fark olarak bir aradalığını öne sürebilmek adına “özdeÅŸten kurtulmuÅŸ, olumsuzdan bağımsız, saf farklara müracaat etme”nin, özdeÅŸliÄŸi olumsuz bir birlik olarak yeniden öne sürebilmek adına çeliÅŸkiye müracaat etmekten bile daha tehlikeli olabileceÄŸi konusunda bizi uyarmıştı. Bu iki tehlikeyi aynı anda bertaraf etmek üzere, gerek karşıt olup da özdeÅŸliÄŸe geri dönen farklara, gerekse farklı olup da karşıt olmayan farklara alternatif olarak, vahÅŸeti kendini belirlerken “fark yaratması”ndan ileri gelen antagonist bir farka iÅŸaret etmiÅŸti. Deleuze böylece, aÅŸkınlığın dışsallığını en az postmodernizm kadar eleÅŸtirse de, içerisi olmayan bir dışarıyı yaratan fark anlayışıyla antagonizmanın silinip gitmesine izin vermemiÅŸti. Benzer ÅŸekilde, Hardt ve Negri de, özdeÅŸlik ve temsil eleÅŸtirisinin ortak olanı ve devrimi gözden çıkarmasına izin vermez. Bilakis ortak olanı ve devrimi, özdeÅŸliÄŸin ve temsilin radikal eleÅŸtirisini mümkün kılan bakış açısı haline getirirler. Deleuze, tekilliÄŸin gücünün etkin-oluÅŸunu [becoming-active] yeniden hatırlatmak için Spinoza ile Nietzsche arasındaki büyük özdeÅŸliÄŸe iÅŸaret etmiÅŸti.[57] Hardt ve Negri ise, ortak olanı ve devrimi yeniden hatırlatmak için, Spinoza ile Marx arasındaki büyük özdeÅŸliÄŸe iÅŸaret eder.

 

Ortak olan

Üçlemenin başından sonuna temel sorusu, Ä°mparatorluÄŸun “içinde ve karşısında” olan bir öznellik üretimidir. Ä°mparatorluk ve Çokluk bu iki kavramın birbirini nasıl ima ettiÄŸi üzerine düÅŸünür: Ä°mparatorluk karşısındaki yeni alternatifler çokluktan doÄŸacaktır.[58] Ortak Zenginlik ise alternatif öznelliklerin üretimi sorununu “ortak olan”ın ufku içinde ele alır. Radikal politik teori, gerek modernist gerek postmodernist biçimlerinde, eleÅŸtiri ve kuruculuÄŸun, yıkıcılık ve yaratıcılığın paylarının nasıl dağıtılacağı konusunda çoÄŸunlukla bir kafa karışıklığından mustariptir. Hardt ve Negri ise, yaÅŸam biçimlerinin, yani ortak olanın yaratımını aynı anda bir direniÅŸ pratiÄŸi ya da bir özgürlük edimi olarak kavrayarak, “içinde ve karşısında” olmanın anlamını radikal öznelliklerin bakış açısından tanımlar. Kurulu düzeni altüst ettiÄŸi oranda bu düzene karşıt olarak beliren kopuÅŸ, aynı anda, öznellik üretiminin “içinden” yükselen bir dönüÅŸümdür. Kronolojik olarak önce gelse bile karşıtlık kopuÅŸ ve dönüÅŸümün deÄŸil, asıl kopuÅŸ ve dönüÅŸüm karşıtlığın temelidir. Hardt ve Negri ÅŸimdi “fark yaratmayı” ortak olanın antagonist kuruluÅŸuna kadar götürmektedir.

Hatırlanacağı gibi, Hardt ve Negri Ortak Zenginlik’te aile, ulus ve ÅŸirketin ortak olanın kapılarak yozlaÅŸtırılmış biçimleri olduÄŸunu öne sürer. Felsefenin resmi tarihine gelince, ortak olanın düÅŸüncede bundan baÅŸka bir akıbeti olabileceÄŸini düÅŸünebilir miyiz? “Bir” ya da “özdeÅŸlik” düÅŸüncesi de ortak olanın kapılarak yozlaÅŸtırılmış bir biçimi deÄŸil midir? “Ortak olanı” tekillikleri kapan aÅŸkın bir birlik yerine, “Bir”in tesisi için kapılan bir tekillikler çokluÄŸu olarak ilk sunan filozof hiç ÅŸüphesiz Spinoza’dır. Spinoza’nın bu ters çevirmesi, yalnızca modernizm deÄŸil postmodernizm için de bir skandaldır. Postmodernizm bize hep fark ile özdeÅŸlik arasındaki hiyerarÅŸiden ve gerilimden bahseder, oysa Spinoza bizi bakışımızı ortak olan ile Bir arasındaki antagonizmaya çevirmeye davet eder. “Bir”, ortak olan ile tekillikler çokluÄŸu arasındaki etkileÅŸimi biçimlendirerek farkı kapar. BaÅŸka bir deyiÅŸle, farkı karşıtlığa ve çeliÅŸkiye kadar götürebilmek için ortak olanı kaparak onu Bir ya da özdeÅŸlik olarak sunar. Ortak olan ile tekillikler arasındaki etkileÅŸimi, iktidarını aÅŸkınlıktan ve temsilden alan bir hiyerarÅŸi iliÅŸkisine dönüÅŸtürür. Postmodernizm Bir’in aÅŸkınlığını ve özdeÅŸliÄŸin temsilini reddeder, fakat o da ortak olanın gücünü yok saydığı için, farkları agonizmde olduÄŸu gibi hiyerarÅŸiden kurtarılmış ama antagonizmaya imkân vermeyen bir güçler oyununun içine kapatır.

Spinoza’nın güçler geometrisi ise, ortak olan ile tekillikler çokluÄŸu arasındaki etkileÅŸimi olumladığı oranda, hem modernizme hem de postmodernizme bir alternatif oluÅŸturur. Bu geometrinin ilk aksiyomlarından biri, var olma ve eyleme gücünün, yani conatus’un kendi gerçekleÅŸmesinden asla ayrı olmadığıdır. Güç ile gerçekleÅŸmesi arasında, güç ile yapabilecekleri arasında hiçbir ayrılık yoktur. Conatus, tekilliÄŸin asla bir temsil nesnesine indirgenemeyecek olan edimsel, dinamik ve ölçülemez özüdür. Tam da sürekli edim ve ifade halinde olduklarından, güçler baÅŸka güçlerin etkisinden kendilerini koruyup saklayamazlar. Güçler etkilediÄŸi oranda sürekli etkilenmektedir de. O halde güç dendiÄŸinde bile, aslında hep bir güçler iliÅŸkisinden bahsedilmektedir. Aynı nedenle gücün gerçekleÅŸmesi de, her durumda onun farklılaÅŸması anlamına gelir. Çünkü güç tam da asla tek başına bulunamayacağından, tam da etkilemeye ve etkilenmeye sürekli açık olduÄŸundan, sürekli artar ya da azalır. Kendiyle uyumlu güçlerle birlikte etkin olduÄŸu oranda gücünü daha da artırır. Uyumsuz güçlerin etkisine maruz kaldığı oranda da gücü azalır. Kısacası güç, daima güçlerin bir bileÅŸimi olduÄŸu, daima bir çokluk olduÄŸu için, daima farklılaÅŸmaya da açıktır. Kendini olumlamak, gücünü artırmak isteyen tekillikler, baÅŸka güçlerle bileÅŸime girerek farklılaÅŸmayı, tek başına oldukları durumdakinden daha güçlü olabilecekleri yeni güç bileÅŸimleri yaratmayı arzular.[59] Güç istenci, esası itibariyle farklılaÅŸma istencidir, farklılaÅŸma istenci ise çokluk istenci, yani baÅŸka güçlerle bileÅŸime girerek kolektifleÅŸme, ortak olanı kurma istenci… Güç istenci, farklılaÅŸtırıcıdır ve yaratıcıdır, ama o bu yaratıcılığını ancak çoklukta ve kolektiflikte olumlayabilir. Bu nedenle farklılaÅŸma, aynı zamanda daima ortak olanın, kolektifliÄŸin üretimidir. Farkın fark olarak üretimi, yani “fark yaratmak” asla bireysel deÄŸil daima kolektif bir pratiktir. Tekilliklerin farklılaÅŸma gücü ortak olan istencinden, dolayısıyla da daima bileÅŸimlerinin, yani ortak olanın gücünden gelir.

Kapma aygıtları, kendi dışındaki güç istençlerinin var olma ve eyleme gücünü kırmak için önce onların çokluk ve ortak olan istencini kırmaya, engellemeye, sınırlandırmaya yöneliyorsa, bunun nedeni tam da tekilliÄŸin farklılaÅŸmadan, farklılaÅŸmanın çokluktan, çokluÄŸun ise ortak olanın yaratılmasından bu ayrılmazlığıdır. Sermayenin kapma aygıtları -aile, ulus, ÅŸirket vs. hangi biçimi alırsa alsın- farklılaÅŸma istencini kırmak, baÅŸka türlü eylemenin ve düÅŸünmenin, kolektif yaratımın imkânlarını ortadan kaldırmak için öncelikle çokluÄŸun etkileÅŸimini ve elbirliÄŸini hedef alır. Asla imha edemeyeceÄŸini ve her durumda yeniden dirilteceÄŸini bilse de, tekillikleri ortak olandan mülksüzleÅŸtirip sürekli kimlikleÅŸtirerek ayırmaya, sınırlandırmaya, yönlendirmeye, denetlemeye çalışması bundandır. Spinoza’yı izlersek, etkin ve yaratıcı kuvvetlere düÅŸmanlığın, yani nihilizmin ortak olanın kapılmasından daha tehlikeli bir biçimi yoktur. Çünkü kapma aygıtının hedefi artık ÅŸu ya da bu tekillik bile deÄŸil, tekilliklerin etkileÅŸimi ve elbirliÄŸinin, yani güçlü bileÅŸimlerinin olanaklarıdır.

Demek ki tekilliÄŸin dinamik özünü oluÅŸturduÄŸu için, ortak olanın gücünün deÄŸersizleÅŸtirilmesi ve indirgenmesi deÄŸil, aksine tekilliÄŸin gücünü artırabilmesine olanak saÄŸlayan “stratejik bir kaynak”[60] olarak desteklenmesi gerekir. BildiÄŸimiz gibi, Hobbes’da egemenliÄŸin mutlaklaÅŸması, baÅŸkalarının güçlerini mülkleÅŸtirip kendinde toplamasına ve tekelleÅŸtirmesine dayanır. Ancak “Bir” güçlü olabilir. Oysa Spinoza’da tekillik, güçlerini ancak baÅŸka güçlerle iliÅŸkilendirebildiÄŸi, çoÄŸullaÅŸtırabildiÄŸi ve kolektifleÅŸtirebildiÄŸi oranda gücünü artırabilir, otonomlaÅŸabilir ve mutlaklaÅŸabilir. Tekillikler otonomilerini ancak ortak olanda, çokluÄŸun mutlak demokrasisinde olumlayabilir. Spinoza’da tekilliÄŸin otonomisi, Hobbes’daki Bir gibi baÄŸlantısızlığından ve etkilenmemesinden deÄŸil, aksine baÅŸka güçlerle uyumlu bileÅŸimlere girerek gücünü artırmasından, kendi eyleminden etkilenerek kendinden taÅŸabilmesinden ileri gelir. Ortak olan, tekilliÄŸin eÅŸiÄŸi geçme, yani kopuÅŸ ve dönüÅŸüm gücüdür. Bu güç en yetkin biçimine, ortak olan ile tekillikler çokluÄŸu arasındaki etkileÅŸimin özgürleÅŸtirilmesine dayanan mutlak demokraside ulaÅŸabilir.

 

Ortak zenginlik

Ä°çinde ve karşısında olmanın, çokluÄŸun direniÅŸinin iktidar yapılarını pekiÅŸtiren ve tekrar eden bir konuma düÅŸmemesi için yeterli olduÄŸu konusunda hâlâ ÅŸüphesi olanlar, ya çokluÄŸun politik yöneliminin belirsizliÄŸine ve karar alabilme gücüne ÅŸüphe ve endiÅŸeyle yaklaşıyorlar ya da kapitalist toplum ve üretimin geliÅŸiminin asla antagonist bir politik özneyi yaratmayacağına, sermayenin ürettiÄŸi direniÅŸlerin onun iktidarından asla kopamayacağına inanıyorlar.[61] Bu konumlar, aralarındaki tüm farklılıklara raÄŸmen, ortak olanın antagonist gücünü yok sayma konusunda birleÅŸir. Deleuze’ün fark felsefesinin, metafiziÄŸin alışkanlıklarını yeniden üreten bir eleÅŸtirel yaklaşımla, sırf “olumsuzluÄŸun” imgesiyle düÅŸünüldüÄŸü için bir güzel ruh felsefesi olarak nasıl yanlış okunduÄŸunu biliyoruz. Çokluk da aynı alışkanlıklarla sırf Bir’in imgesiyle düÅŸünüldüÄŸü için sentezleme ve belirleme gücünden, sırf sermayenin imgesiyle düÅŸünüldüÄŸü için de antagonizmadan yoksun olarak okunmaktadır. Bu iki yanlış okuma da hem ontolojik olarak çokluÄŸun ortak zenginliÄŸine hem de çokluÄŸun politik olarak yaratılmasına yabancıdır. Buna karşılık, Hardt ve Negri’nin okumasında çokluÄŸun ortak zenginliÄŸi ile çokluÄŸun politik olarak yaratılması arasındaki sürekliliÄŸin tam da kendisi bir devrim sorunu olarak ortaya konur. Devrimci bir dönüÅŸüm ancak bu süreklilikte gerçekleÅŸebilir. Böylece öznellik üretimi günümüz kapitalizminde Ä°mparatorluk ile Çokluk arasındaki politik mücadelenin asıl sahası olarak belirir.[62]

Hardt ve Negri’nin düÅŸüncesinin Spinoza ile Marx arasındaki büyük özdeÅŸliÄŸe yaslandığı yer tam burasıdır. Bu büyük özdeÅŸlik, öznellik üretimini aynı zamanda bir direniÅŸ pratiÄŸi ve özgürleÅŸme edimi olarak, ortak olanın yaratımını aynı zamanda devrimci bir kopuÅŸ olarak kavramaya izin verir. Devrim, yeni bir eyleme ve düÅŸünme tarzı, yeni bir yaÅŸam biçimi üreten bir vahÅŸetse, Spinoza ile Marx özdeÅŸliÄŸi tamı tamına devrim düÅŸüncesinin bir dispozitifidir. Spinoza’nın tekillikleri ortak olan istenciyle tanımlayarak, ortak olanı tekillikler çokluÄŸunun dinamik olanağı olarak nasıl ortaya koyduÄŸunu görmüÅŸtük. Hardt ve Negri de Spinoza’nın bu dinamik anlayışını takip ederek, çokluÄŸun tam da ortak zenginliÄŸinden mülksüzleÅŸtirilip yoksullaÅŸtırıldığında ortak olan istencini nasıl harekete geçirdiÄŸine dikkat çeker:

 

… [Ç]ocukların bilgisizliÄŸi veya bedenlerimizin zayıflığı ya da insanın toplumsal ÅŸartlarının gaddarlığı üzerine düÅŸündüÄŸünde Spinoza yoksulluÄŸun bu hallerini, daima toplumsallığın ve sevginin inÅŸası aracılığıyla zayıflığın ve yalnızlığın dışına çıkan bir dönüÅŸüm mantığı için hareket noktası olarak sunar. Spinoza’nın bu çeÅŸitli biçimlerde tanımladığı güç, bir ortak olan arayışı olarak özetlenebilir.[63]

 

Ortak olan arayışı daima çoktan bir kopuÅŸ ve dönüÅŸüm dinamiÄŸidir. Spinoza gibi Marx da emeÄŸi böyle bir dinamik olanak olarak tanımlar. Marx da ortak olanı stratejik bir kaynak olarak gördüÄŸü için, emeÄŸin ortak zenginliÄŸini bir kopuÅŸ ve dönüÅŸüm gücü olarak olumlar. Kendini reddetme gücüne sahip tek sınıfın proletarya olması, emeÄŸin öznelliÄŸinde ortak zenginliÄŸin genel olanaklılığını barındırmasından ileri gelir. Emek tam da ortak zenginliÄŸin stratejik kaynağı olduÄŸu için, sermayenin üretim sürecinde ona biçtiÄŸi nesne konumunun içinde ve karşısında konumlanabilir.

 

“YaÅŸam araçları ve emek araçlarından soyundurulan emek kapasitesi” diyor Marx, “aslında mutlak yoksulluktur ve iÅŸçi, emek kapasitesinin kiÅŸileÅŸmiÅŸ halidir sadece […].” … Ancak çıplaklık ve yoksulluk madalyonun sadece bir yüzüdür. Machiavelli ve Spinoza gibi, Marx da proletaryanın yoksulluÄŸunu, canlı emeÄŸin kapitalist toplumdaki “maddi zenginliÄŸin genel olanaklılığı” olması anlamında, doÄŸrudan proletaryanın gücüne baÄŸlar. Canlı emek böylece hem nesne olarak “mutlak yoksulluk” hem özne olarak [zenginliÄŸin] “genel olanaklılığı” olur. Marx, yoksulluk ve gücün bu patlayıcı bileÅŸimini, özel mülkiyete dönük, onun tam kalbinde bulunan bir temel tehdit olarak kavrar.[64]

 

Sermaye, ortak olan ile tekillikler çokluÄŸu arasındaki etkileÅŸimi, yani toplumsal emeÄŸin üretken elbirliÄŸini ne kadar kapmaya çalışırsa çalışsın, kimlik, mülkiyet ve egemenlik yoluyla onu yapabileceklerinden ayırmak ve ortak zenginliÄŸinden mülksüzleÅŸtirmek için ne kadar uÄŸraşırsa uÄŸraÅŸsın, emek ortak zenginliÄŸin genel olanaklılığı olarak sermayenin nihilizminden daima taÅŸar. Ortak olan istenci, ortak olan daima tekillikler çokluÄŸunun etkileÅŸiminin, tekilliklerin güç artırımının bir dinamiÄŸi olduÄŸu için, sermayenin emeÄŸi yapabileceklerinden ayıran tepkisel kuvvetlerinin daima çoktan ötesindedir. Sermayenin tepkisel kuvvetlerine karşı verilen her savaÅŸ, ortak olan istenci ile güç arasındaki bu baÄŸlantıyı her seferinde yeniden açığa çıkarır. DireniÅŸ kapıldığında bile iktidar tarafından sonuna kadar tüketilemiyorsa, iktidardan daima çoktan önce geliyorsa, sebebi gücün içine kazınmış olan bu patlayıcı baÄŸlantıdır. DireniÅŸ yalnızca iktidara bir tepki, yalnızca onun bir olumsuzlaması deÄŸildir; bunun öncesinde ve ötesinde, direniÅŸ kendini olumlayarak iktidardan taÅŸan ortak olan istencidir. Ä°ktidar ortak olanı hedef aldığında dahi, direniÅŸ sanki iktidarı takip ediyormuÅŸ gibi göründüÄŸünde dahi, bu direniÅŸte dirildiÄŸini gördüÄŸümüz ÅŸey, aslında gücü katlanarak artmış olan bir ortak olan istencidir.

Öyleyse, ne kadar paradoksal görünürse görünsün, Spinoza ile Marx özdeÅŸliÄŸi, önümüze tam da tüketilemez olduÄŸundan dolayı bir özgürleÅŸme pratiÄŸi olarak yaratılması gereken bir ortak olanı koyar. Hardt ve Negri için devrim, tam da bu paradoks üzerine inÅŸa edilmiÅŸ bir dönüÅŸümdür. Ortak olan istenci ya da Hardt ve Negri’nin deyiÅŸiyle sevgi istenci, yalnızca ortak olanı üreten ontolojik dinamik deÄŸil, aynı zamanda açık bir savaÅŸ alanıdır. YoksullaÅŸtırılmış emeÄŸin üretkenliÄŸinin ve onun barındırdığı zenginlik olanağının aynı zamanda güce çevrilmesi gerekir:

 

Ä°lk ve öncelikli olarak sevginin gücü ortak olanın kuruluÅŸu ve son tahlilde toplumun oluÅŸumudur. … Ancak sevgi sürecinin ortak olanın yozlaÅŸmış biçimlerinin üretimine yönelebilmesinden ötürü… sevginin gücü aynı zamanda ve ikinci olarak, kötülükle savaÅŸmak için bir kuvvet olmak zorundadır. Sevgi bu durumda artık öfke, itaatsizlik ve antagonizma biçimini alır. … Sevgi gücünün bu ilk iki biçimi … [ÅŸu] üçüncüsünde birlikte iÅŸler: çokluÄŸu yaratmak. Bu proje, [sevginin yozlaÅŸmış biçimlerinden] toplu çıkış sürecini, ortak olanın kurumlarını yaratmayı hedefleyen örgütsel bir projeyle bir araya getirmek zorundadır. … sevgi her zaman kuvvet kullanımını içerir veya daha kesin olarak sevgi eylemlerinin kendileri birer kuvvet konuÅŸlanmasıdır. Sevgi bir melek olabilir ancak silahlı bir melektir.[65]

 

Ortak olanın gücünün büründüÄŸü tüm bu farklı biçimler birbirine bir dönüÅŸüm mantığı içinde ayrılmamacasına baÄŸlanmıştır. Tekillikler çokluÄŸu, Heidegger’de olduÄŸu gibi Aynı’ya deÄŸil, karşılaÅŸmaların ve bileÅŸimlerin önünün açık olduÄŸu sürekli bir dönüÅŸüm sürecine birlikte ait oldukları için birbirine baÄŸlıdır. Ortak olanın kuruluÅŸu bu yüzden sevgi edimi kadar onun dönüÅŸmüÅŸ bir biçimi olan antagonizmayı da içerir. Devrim ise, ortak olanın, kurucu karşılaÅŸmaları ve elbirliÄŸini tekrar edilebilir kıldığı oranda dönüÅŸüm sürecini de dayanıklı ve sürekli kılan dinamik bir stratejiye göre inÅŸasıdır. Egemenlik, kendisi nasıl deÄŸiÅŸmezse diÄŸer her ÅŸeyi de kimlik ve temsil yoluyla mülkleÅŸtirmek ve sabitleÅŸtirmek isteyen bir temeldir. Aksine devrim, temeli dönüÅŸümün uçurumuna atmaktır.

Bir bedenin neler yapabileceÄŸini bilemeyiz. Spinoza’nın bu beden anlayışının, Heidegger’in Varlığın etrafında ördüÄŸü belirlenemezlik ve gizemle hiç ilgisi yoktur. Aksine Spinoza ve Marx’ın bize ilk söylediÄŸi, varlığı dönüÅŸümün ufkunda kavramamızdır. Varlığı olumlamak, yapabileceklerimizin sonuna kadar gitmek istiyorsak onun dönüÅŸümünü ve dönüÅŸtürücülüÄŸünü olumlamaktan baÅŸka çıkar yol yoktur. Devrim tam da bu yüzden kalbi zayıf olanlar için deÄŸildir.[66]

​

​

[1] Hardt ve Negri Üçlemeye 2017 yılında Meclis’i de ekledi. Biz de bu yazıyı en baÅŸta Dörtleme üzerine bir yazı olarak tahayyül etmiÅŸtik, ancak ilerledikçe tek bir yazının sınırları içinde kalarak bunu yapamayacağımızı fark ettik. Bu yazıdan bize, Meclis üzerine, kaldığımız yerden devam edebileceÄŸimiz baÅŸka bir yazı tasarısı kaldı.

[2] Michael Hardt ve Antonio Negri, Ä°mparatorluk, çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, 2001, s. 98.

[3] A.g.e., s .99.

[4] A.g.e., s. 101.

[5] Martin Heidegger, Introduction to Metaphysics, çev. Gregory Fried ve Richard Polt, Yale University Press, 2000, s. 14.

[6] A.g.e., s. 103.

[7] A.g.e., s. 110 (çeviri deÄŸiÅŸtirilmiÅŸtir).

[8] Michel Foucault, “Özne ve Ä°ktidar”, Seçme Yazılar 2, Özne ve Ä°ktidar, çev. Osman Akınhay, Ayrıntı Yayınları, 4. Baskı, 2014 içinde, s. 56-57.

[9] Hardt ve Negri, Ä°mparatorluk., s. 124.

[10] Antonio Negri, Porselen Yapımı Politikanın Yeni Bir Grameri Ä°çin, çev. Elyesa Koytak, Monokl Yayınları, 2013, s. 31.

[11] Hardt ve Negri, Ä°mparatorluk, s. 164.

[12] Hardt ve Negri, Ä°mparatorluk, s. 157.

[13] A.g.e., s.. 157.

[14] Antonio Negri, Porselen Yapımı, s. 34.

[15] A.g.e., s. 34.

[16] s. 34.

[17] s. 34.

[18] s. 32.

[19] Bkz. Hardt ve Negri, Ä°mparatorluk, s. 52-53.

[20] Bkz. Gilles Deleuze, “Arzu ve Zevk”, Ä°ki Delilik Rejimi, çev. Mahir Ender Keskin, BaÄŸlam Yayınları, 1995 içinde. Hardt ve Negri de, Ä°mparatorluk, s. 53, dipnot 14’te, iki düÅŸünür arasındaki asıl anlaÅŸmazlık noktasının Deleuze’ün Foucault’ya yazdığı bu özel mektupta açığa çıktığını vurgular.

[21] Ä°mparatorluk, s. 14.

[22] s. 14.

[23] s. 47

[24] s. 339.

[25] Foucault bir söyleÅŸisinde, kendi görüÅŸ ufkunu ÅŸekillendiren düÅŸünürlerle ilgili bir soru üzerine Heidegger ile Nietzsche’yi nasıl birlikte okuduÄŸundan bahseder. Foucault’nun bu yazının da esin kaynaklarından biri olan sözlerini hiç kesmeden aktarmak istiyoruz: “Benim gözümde temel filozof daima Heidegger olmuÅŸtur. … 1951’de ya da 1952’de Heidegger’i okumaya koyuldum. 1952’de ya da 1953’te de … Nietzsche okudum. Heidegger okurken tuttuÄŸum notlarımı inanın hâlâ saklarım. Yığınla not tutmuÅŸtum! Üstelik bu notlarım, Hegel ya da Marx okurken tuttuÄŸum notlardan çok daha önemlidir. Benim felsefedeki geliÅŸimim tamamen Heidegger’i okuyuÅŸumla belirlenmiÅŸtir. Bununla birlikte, Nietzsche’nin Heidegger’den baskın çıktığının farkındayım. Heidegger’i çok iyi bilmiyorum: Varlık ve Zaman'ı bilmediÄŸim gibi, son zamanlarda yayımlanan çalışmaları da izlemedim. Benim Nietzsche bilgim Heidegger bilgimden kesinlikle daha iyidir. Gene de bunlar benim yaÅŸadığım iki temel deneyimdir. Heidegger’i okumamış olsaydım herhalde Nietzsche’yi de okumazdım. Nietzsche’yi 1950’li yıllarda okumaya çalıştım, oysa Nietzsche tek başına cazip gelmiyordu bana. Halbuki Nietzsche ve Heidegger: Ä°kisi birden tam bir felsefi ÅŸoktu! Gelgelelim, Heidegger üzerine tek bir satır bile yazmadığım gibi, Nietzsche üzerine de yalnızca çok kısa bir makale yazdım. Ancak en çok okuduÄŸum iki yazar kesinlikle bu ikisidir. Ä°nsanın aynı ÅŸekilde düÅŸündüÄŸü, aynı doÄŸrultuda çalıştığı, ama hakkında hiç yazı yazmadığı çok az sayıda yazar olması bence önemli bir noktadır.” Michel Foucault, “Ahlakın DönüÅŸü”, Seçme Yazılar 2 Özne ve Ä°ktidar içinde, s. 256-257.

[26] s. 110.

[27] s. 53.

[28] s. 14.

[29] Bkz. bu yazıda dipnot 24.

[30] Gilles Deleuze, “Varlığın Tekanlamlılığı”, Tekanlamlılık, der. Ece DurmuÅŸ ve Cengiz Baysoy, Otonom Yayıncılık, 2021 içinde, s. 30.

[31] Gilles Deleuze, “Désir et Plaisir”, Deux regimes de fous, Minuit, 2003 içinde, s. 115. [Türkçesi: “Arzu ve Zevk”, Ä°ki Delilik Rejimi, çev. Mahir Ender Keskin, BaÄŸlam Yayınları, 1995 içinde, s. 133 – bu makaledeki pasajların çevirisi bize aittir].

[32] A.g.e., s. 116 [135].

[33] s. 118 [136].

[34] Üçleme de, Deleuze’ün stratejisini izleyerek, Foucault’yu doÄŸurtarak temellük eder. Biyopolitikayı, biyoiktidarla arasındaki, Foucault’da bulunmayan, daha doÄŸrusu, Hardt ve Negri’ye göre örtük olarak bulunan antagonist iliÅŸkiye göre yeniden okur: “[Hapishanenin DoÄŸuÅŸu ve CinselliÄŸin Tarihi] kitaplarında Foucault’nun iktidar kavramı sürekli olarak ikilidir. Foucault, dikkatinin büyük bölümünü disiplinci rejimler, iktidar mimarileri ve tahakküm kurmaktan çok özneler üreten bir iktidarın, yaygın ve kılcal aÄŸlar aracılığıyla uygulanması üzerinde yoÄŸunlaÅŸtırır. Fakat bu iktidarların tamamında Foucault, bazen bağımsız konuÅŸmalar ya da kenar notları gibi duran kısımlarda sürekli olarak iktidara bir öteki (hatta bir öteki iktidar) kuramlaÅŸtırır, ancak bunun yeterli bir ismini bulamamış gibidir. … DireniÅŸ perspektifi, bu iki güç/iktidar arasındaki ayrımı netleÅŸtirir: Kendisine karşı mücadele ettiÄŸimiz biyo-iktidar, doÄŸası ya da biçimi itibarıyla, özgürlüÄŸümüzü savunduÄŸumuz ve aradığımız yaÅŸam gücüyle kıyaslanamaz. Ä°ki ‘yaÅŸam gücü’ arasındaki bu ayrımı belirginleÅŸtirmek için biyo-iktidarla biyo-politika arasında … terminolojik bir ayrıma gidiyoruz.” [Ortak Zenginlik, çev. Eflâ-Barış Yıldırım, Ayrıntı Yayınları, 2011, s .69-70.]

[35] Hardt ve Negri, Ä°mparatorluk, s. 53.

[36] Michael Hardt ve Antonio Negri, Çokluk, çev. Barış Yıldırım, 2004, Ayrıntı Yayınları, s. 239.

[37] A’dan Z’ye içinde, “Bir” [Un] baÅŸlığı, Claire Parnet’nin Deleuze ile söyleÅŸisi, çev. Göçebe Atölyeler, https://disk.yandex.com.tr/d/x1tQDGZ_NJi0PQ/A'dan%20Z'ye%203 (EriÅŸim tarihi: 5 Eylül 2022).

[38] Spinoza’nın conatus’u ile Nietzsche’nin güç istenci arasında bir karşılaÅŸtırma için bkz. Yirmiyahu Yovel, “Nietzsche ve Spinoza: Amor Fati ve Amor Dei”, çev. Sercan Çalcı, der. Hüseyin D. Özcan ve Orkun Tüfenk, Ä°çkinlik EtiÄŸi Nietzsche ve Spinoza, Otonom Yayıncılık, 2020 içinde, s. 249-254.

[39] Dasein ve aÅŸkınlık iliÅŸkisi için bkz. Martin Heidegger, Nedenin NeliÄŸi, çev. Saffet Babür, BilgeSu Yayıncılık, s. 18-20.

[40] Martin Heidegger, Teknik ve DönüÅŸ & ÖzdeÅŸlik ve Ayrım, çev. Necati Aça, Pharmakon Kitap, 2015, s. 71.

[41] A.g.e., s. 72.

[42] s. 95 (çeviri deÄŸiÅŸtirilmiÅŸtir).

[43] Martin Heidegger, MetafiziÄŸe GiriÅŸ, çev. Mesut Keskin, Avesta Basın Yayın, 2014, s. 9.

[44] Gilles Deleuze, Fark ve Tekrar, çev. Burcu Yalım ve Emre Koyuncu, Norgunk Yayıncılık, 2017, s. 53 (vurgu orijinalinde yer almaktadır).

[45] A.g.e., s. 191.

[46] s. 16.

[47] Deleuze ve Guattari, Bin Yayla’da, göçebe savaÅŸ makinesi ile devletin kapma aygıtı arasındaki iliÅŸkileri “bağımsızlık deÄŸil, sürekli bir etkileÅŸim sahası içinde bir arada oluÅŸ ve rekabet temelinde” anlamayı önerir. Ama bu bir aradalıkta savaÅŸ makineleri ve kapma aygıtları birbirine –Aynı’ya birlikte-ait-olmaksızın- indirgenemez olmayı hep sürdürür. Bkz. A Thousand Plateaus, çev. Brian Massumi, Minnesota Press, 1987, s. 360-61.

[48] Deleuze hem Leibniz’in sonsuz küçüklükler analizini hem de Hegel’in sonsuz büyük sentezini farkı kapan sonsuz temsilin aygıtına hizmet ettiÄŸi için eleÅŸtirir: Fark ve Tekrar, s. 71-81.

[49] “Le ‘Je me souviens’ de Gilles Deleuze”, Le Nouvel Observateur, 16-22 Kasım 1995, s. 50-51.

[50] Deleuze ve Guattari, A Thousand Plateaus, s. 351.

[51] GericiliÄŸi (reactionarism), Nietzsche’nin, kendi farkını olumlama nesnesi haline getiren etkin kuvvetler ile kendini olumlamak için yaÅŸamı olumsuzlamaya ihtiyaç duyan tepkisel kuvvetler arasında yaptığı ayrımdan yola çıkarak, tepkiselliÄŸin (reactionarism) siyasi dildeki tercümesi olarak kullanıyoruz.

[52] Hardt ve Negri, Ortak Zenginlik, s. 124.

[53] A.g.e., s. 337.

[54] s. 125.

[55] s. 179.

[56] s. 337.

[57] Gilles Deleuze, Negotiations 1972-1990, çev. Martin Joughin, Columbia University Press, 1995, s. 135.

[58] Hardt ve Negri, Ä°mparatorluk, s. 14.

[59] Gilles Deleuze, Spinoza ve Ä°fade Problemi, çev. Alber Nahum, Norgunk Yayıncılık, 2013, s. 260.

[60] Filippo del Lucchese, Machiavelli ve Spinoza’da Çatışma, Güç ve Çokluk, çev. Orkun Güner, Otonom Yayıncılık, 2016, s. 254.

[61] ÇaÄŸdaÅŸ siyaset felsefesinde bu konumların temsilcileri üstüne bir analiz için bkz. Hardt ve Negri, Ortak Zenginlik, s. 172-173.

[62] Hardt ve Negri, öznellik üretiminin en baÅŸta Foucault ve Deleuze tarafından politik bir problem olarak önerildiÄŸine iÅŸaret eder. Bkz. a.g.e., s. 179.

[63] A.g.e., s. 67 (çeviri deÄŸiÅŸtirilmiÅŸtir).

[64] A.g.e., s. 67-68. Hardt ve Negri’nin alıntısında geçmese de, Grundrisse’nin ilgili paragrafında Marx “zenginliÄŸin genel olanaklılığı” ifadesini kullanıyor. Bkz. Karl Marx, Grundrisse Outlines of the Critique of Political Economy, çev. Martin Nicolaus, Penguin, 1973, s. 

[65] A.g.e., s. 201 (çeviri deÄŸiÅŸtirilmiÅŸtir).

[66] s. 333.

bottom of page